“Bunu ben de düşündüm.” dedi Bill ciddiyetle. “Bu sebepten karda koşmaya başladığını görünce izlerine baktım. Sonra da köpekleri sayınca altı tane olduklarını gördüm. İzleri hâlâ karın üzerinde. Bakmak ister misin? Sana gösteririm.”
Henry cevap vermeden sessizce yemeye devam etti. Son lokmasını yerken bir yudum kahve içti. Elinin tersiyle ağzını sildikten sonra şöyle dedi:
“O zaman…”
Karanlıktan gelen uzun, feryat dolu bir çığlık, acı bir hüzünle sözünü kesti. Cümlesini elini sesin geldiği yöne doğru sallayarak tamamladı:
“Bunlardan biri olduğunu mu düşünüyorsun?”
Bill başını salladı.
“Köpeklerin nasıl huysuzluk çıkardığını sen de gördün.”
Ardı ardına gelen çığlıklar, birbirine yanıt niteliğindeki gürlemeler sessizliği bir velveleye dönüştürüyordu. Her taraftan yükselen çığlıklardan korkan köpekler bir araya toplanarak ateşe öylesine yakın duruyorlardı ki tüyleri hafifçe yanıyordu. Bill piposunu yakmadan önce ateşe daha fazla odun attı.
“Galiba canın sıkkın senin.” dedi Henry.
“Henry…” diyen Bill sözlerine devam etmeden önce düşünceli bir şekilde piposunu çekti. “Henry, düşünüyordum da şu adam senin ve benim olabileceğimizden çok daha şanslı.”
Üzerine oturdukları tabutu başparmağıyla işaret etti.
“Sen ve ben Henry, eğer öldüğümüzde cesedimizin üzerinde bizi köpeklerden uzak tutacak kadar taş olursa şanslı olacağız.”
“Ama bizim hayatımızda onun hayatında olduğu gibi insanlar, para ya da diğer şeyler yok.” dedi Henry. “Uzun mesafe cenazeleri sen ve ben gibilerin karşılayabileceği şeyler değil.”
“Anlamadığım şey Henry, böyle bir adam yani kendi ülkesinde soylu gibi bir şey olan biri, hiçbir zaman kazmakla ya da gömmekle uğraşmamış biri Tanrı’nın unuttuğu böyle bir yere neden gelir? İşte bunu kafam almıyor.”
“Eğer evinde kalsaydı güzelce yaşlanırdı.” dedi Henry.
Bill konuşmak üzere ağzını açsa da fikrini değiştirdi. Onun yerine her yönden etraflarını duvar gibi kuşatan karanlığı işaret etti. Sonsuz karanlıkta herhangi bir silüete işaret eden hiçbir şey yoktu. Sadece alev alev yanan kömür misali parlayan bir çift göz vardı. Henry kafasıyla ikinci ve üçüncü çift gözü işaret etti. Parlayan gözler etraflarını sarmıştı. Arada bir hareket ediyor ya da kaybolup tekrar ortaya çıkıyorlardı.
Köpekler, gittikçe daha fazla huzursuz olmaya başladılar. Korkudan kaçışarak ateşe yaklaştılar. Adamların ayaklarına doğru büzüşerek tırmanmaya çalıştılar. O telaşede köpeklerden biri ateşe düşüverdi. Acıyla ve korkuyla havlamaya başladı. Yanan derisinin kokusu havayı kapladı. Bu velvele alev alev yanan gözlerin kıpırdamasına hatta bir süreliğine geri çekilmesine sebep oldu. Ancak köpekler susunca tekrar ortaya çıktılar.
“Henry, cephanemizin bitmiş olması büyük şanssızlık.”
Piposunu bitiren Bill, yemekten önce kara yaydıkları kürkleri ağaç dallarına seren arkadaşına yardım etti. Henry homurdandı ve ayakkabılarının bağlarını çözmeye başladı.
“Kaç tane kurşunumuz kalmıştı?” diye sordu.
“Üç.” diye cevap geldi. “Keşke üç yüz tane olsaydı. O zaman onlara günlerini gösterirdim.”
Parlayan gözlere doğru yumruklarını öfkeyle sıktıktan sonra ayakkabılarını ateşin yanına yerleştirdi.
“Keşke şu soğuk ara verse.” diye devam etti. “İki haftadır sıfırın altında elli derece. Şu yolculuğa hiç çıkmasaydım Henry. Hiç hoşuma gitmedi. İyi hislerim yok nedense. Mademki dilekte bulunuyorum keşke şu yolculuk sona erse de senle birlikte Fort McGurry’de ateşin etrafında kart oynasak. İşte bunu isterdim.”
Henry homurdanarak yatağa girdi. Uykuya daldığı sırada arkadaşının sesiyle uyandı.
“Söylesene Henry, buraya gelip balığı alan köpeğe diğerleri neden saldırmadı? Bu benim canımı sıktı.”
“Çok şey canını sıkıyor Bill.” dedi uykulu ses. “Daha önce böyle değildin. Sesini kes ve uyu. Sabaha çok iyi olursun. Miden ağrıyor canını sıkan bu.”
Ağır nefes alan iki adam, tek bir örtünün altında yan yana uyudu. Ateş söndü. Kampın etrafındaki parlak gözlerin oluşturduğu çember gittikçe daralıyordu. Bir seferinde öylesine yüksek sesle uludular ki Bill uyandı. Arkadaşını uyandırmamak için yatağından dikkatle kalkıp ateşe bir odun daha attı. Ateşteki alev yeniden şiddetlenince parlayan gözler geri çekildi. Bir araya toplanmış köpeklere şöyle bir göz attı. Gözlerini ovaladıktan sonra ise köpeklere daha dikkatli baktı. Sonra tekrar battaniyenin altına girdi.
“Henry!” dedi. “Hey, Henry!”
Henry uykusundan uyanırken homurdandı ve sordu:
“Gene ne var?”
“Bir şey yok.” dedi. “Şimdi yedi oldular. Daha yeni saydım.”
Henry bu bilgiye horlamaya dönüşen bir hırıltı ile yanıt vererek uykuya daldı.
Sabah olduğunda ilk önce uyanarak arkadaşını kaldırmaya çalışan Henry’ydi. Gün ışığına üç saat vardı. Her ne kadar saat altı olsa da. Battaniyeleri toparlayan Bill kızağı yolculuk için hazırlarken Henry kahvaltıyı hazırladı.
“Söylesene Henry…” dedi aniden. “Kaç tane köpeğimiz vardı?”
“Altı.”
“Yanlış!” dedi Bill zafer kazanmış bir tavırla.
“Yine yedi mi?” diye sordu Henry.
“Hayır, beş. Biri yok oldu.”
“Lanet olsun!” dedi Henry öfkeyle. Yemek hazırlamayı bırakıp köpekleri saymaya koyuldu.
“Haklısın Bill.” dedi. “Şişko yok.”
“Şimşek gibi kayboldu üstelik. Dumandan göremedim onları.”
“Hiç şansı yok.” dedi Henry. “Onu diri diri yutmuşlardır. Boğazlarından aşağı inerken eminim acıyla havlamıştır. Lanet olsun onlara!”
“Zaten aptal bir köpekti.” dedi Bill.
“Ama hiçbir köpek bu şekilde intihar edecek kadar aptal değildir.” Henry geriye kalan köpeklere her birinin en belirgin özelliklerini inceleyen bir bakışla baktı. “Eminim diğerleri yapmaz onun yaptığını.”
“Onları ateşten sopayla uzaklaştıramazsın.” diyerek arkadaşının fikrine katıldığını beyan etti. “Şişko’nun bir sorunu olduğunu düşünmüşümdür hep.”
Kuzey topraklarındaki ölü bir köpeğin ardından söylenenler işte bu kadarcıktı. Birçok köpeğin ya da insanın ardından da bu kadarcık şey söylenirdi.
DİŞİ KURT
Kahvaltı yaptılar ve az buçuk eşyalarını kızağa yükleyip yanan ateşi arkalarında bırakarak karanlığa daldılar. Bir anda üzücü çığlıklar yükselmeye başladı. Karanlığı ve soğuğu delerek birbirine cevap veren çığlıklar… Gün ışığı saat dokuzda belirdi. Öğle vakti gelip de güneyde pembemsi bir renk aldığında gökyüzü, yeryüzündeki çıkıntı ile öğle güneşi ve kuzey