Bafa, bu müşahedede hakikati de görmüş oluyordu. Çünkü Deli Cafer’le karşılaşmak, Adriyatik Denizi’nin ağzında tekevvün eden şu vakıanın sırrını okumak demekti. Evet, Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar ve bu harp gemisi, tesadüfün zoruyla değil duçeler sarayında üç Türk’ün baş başa vererek yaptıkları anlaşma üzerine işte “baht yoluna” düşüyorlardı. Daha doğrusu Türkler, kendini yakalamak için Venedik Cumhuriyeti’nin bir gemisini ve bir sürü Venedikliyi esir ediyorlardı.
Bu vaziyette ne yapmak lazımdı? Bafa, baygınlık verecek kadar artmış bir heyecan içinde o suale cevap bulamıyordu. Esirdi ve esirlerin mutlak bir itaatten, mutlak bir inkıyattan başka hakları olamadığını biliyordu. Lakin kendini esir eden kuvvetin daha dün yine kendi güzelliği önünde ne samimi hayranlıklar gösterdiğini düşününce sade ve miskin bir esirden bambaşka bir şey olduğunu anlıyordu. Başını dik tutmak istiyordu. Bununla beraber Türklerle yan yana gelince ağlamak mı somurtmak mı yoksa gülümsemek mi şence görünmek mi lazım geleceğini kestiremiyordu.
Böyle sık dokuyup ince elemeye vakit de müsait değildi. Korsan gemisi kancaları atarak galeryayı kendine bağlamıştı. Manga manga askerlerini mağlupların yanına göndermek üzere bulunuyordu. Bundan ötürü Bafa, hadiselerin inkişafını beklemeye ve göreceği muameleye göre hareket etmeye karar verdi.
Deniz harplerinde, hele o devirde, kara harpleriyle kıyas kabul etmeyecek derecede hızlı davranılırdı. Çünkü deniz, kazanılmış bir zaferi hezimete çevirmeye muktedir unsurlardandı. Muharipler, onun ansızın coşup haileler vücuda getirmesinden korktukları için iş başında pek çevik hareket ederlerdi. Türkler ise süratin, atılganlığın, çabuk iş görürlüğün birinci sınıf numunelerini teşkil eden bir milletti. Denize bile “emrivaki”ler yapmak fırsatını kolay kolay vermezlerdi.
Bu sebeple Bafa çok beklemedi, bir bölük kadar Türk askerinin galeryaya sıçradığını gördü. Önlerinde Deli Cafer vardı, eli yatağanının kabzasında olduğu hâlde -teslim bayrağı çekildikten sonra sessizce sıralanmış olan- gemi mürettebatının yüzüne bile bakmadan hızlı hızlı yürüyordu. Askerler, ondan emir almaksızın vazifelerini yapmaya başladıkları, Venedik dilaverlerini ikişer ikişer yakalayıp kendi gemilerine götürdükleri için Deli Cafer’in ardında sekiz on kişilik bir manga kalmıştı.
O, işte bu muhtasar takımın başında yürüdü, yürüdü, Bafa’nın yanına geldi, çelikten bir dağ parçasının reverans yaptığı zehabını uyandıran heybetli bir eda ile eğildi.
“Küçük hanım…” dedi. “Sizi esir edenlerin kendilerini size karşı esir saymakla iftihar ettiklerini söylemekliğime müsaade eder misiniz?”
Ve kızın konuşmasına meydan vermeden ilave etti:
“Belki korktunuz. Fakat yanınızda gemiciler vardı. Onların, düşmanca davranmak ve düşman gemisi batırmak isteyen Türklerin bizim yaptığımız gibi davranmayacaklarını size söyleyeceklerini umarak o üç dört gülleyi savurduk. Yanınıza da çabuk geldik, kendimizi tanıttık.”
Bafa, kaşlarını çattı.
“Yanımıza…” dedi. “Geldiniz. Lakin dost gibi değil.”
Ve elini uzatarak gemiden götürülen dilaverleri gösterdi:
“Arkadaşlarımdan ayrılıyorum. Bu, dost işi midir?”
Deli Cafer, yüksek bir heyecan içinde on kat daha güzelleşmiş olan Venedik dilberini uzunca bir lahza süzdü, kelimeler üzerinde dura dura sordu:
“Arkadaşlarınızın esir edilmemesini mi istiyorsunuz?”
“Tabii!”
“Venediklilerin Türk gemilerine namertçe baskın yaptıklarını bile bile mi bunu istiyorsunuz?”
Kız, göz bebeklerinin içine kadar kızarmakla beraber tereddüt etmeden cevap verdi:
“Evet!”
“Bu geminin de serbest bırakılmasını arzu ediyor musunuz?”
“Tabii!”
“Ya kendiniz için ne düşünüyorsunuz?”
“Baht yolunda gözü kapalı yürümeyi!”
Deli Cafer, derin derin düşündü. Sonra bir elini Bafa’nın omzuna koydu.
“Biz…” dedi. “Size baht yolu değil, taht yolu açıyoruz. Çünkü sizi şevketlu padişahın büyük oğluna armağan götüreceğiz. Osmanlı tahtı ona kalacağı için siz de er veya geç, imparatoriçe olacaksınız. Ben şimdiden sizi o sıfatla selamlıyorum, emirlerinizi kabul ederek gemiyi de içindekileri de serbest bırakıyorum. Yalnız siz, lütfen bizim gemiye buyurun!”
Bafa, Osmanlı sarayında Bizanslı, Sırbistanlı, Rusyalı prenseslerin ne muhteşem hayat geçirdiklerini -masal gibi- dinlemiş ve henüz yakın bir tarihte ölen Hürrem Sultan’ın yaptığı işler hakkında da epeyce bilgi elde etmiş bulunuyordu. Kubat Çavuş’la Deli Cafer’i, Kara Kadı’yı Venedik’te gördükten sonra -yerinde izah ettik- Türklere büyük bir incizap beslemeye başlamıştı. Fakat hiçbir zaman hatırına imparatoriçe olmak gelmediği gibi Türklerin arasına düşmek de hayalinden geçmiş değildi. Bu sebeple, duygularında garip bir kargaşalık vardı. Yurdundan, yuvasından, anasından ve babasından ayrılacağını düşündükçe içine sızılar yayılıyor, gözleri dolu dolu oluyordu. Dünyanın en kuvvetli, en zeki, en nazik, en güzel milleti olan Türkler arasında o kuvveti, o zekâyı, o nazikliği, o güzelliği bol bol hissederek ve onlardan kalbiyle, ruhuyla hatta etiyle istifade eyleyerek yaşayacağını düşününce de içine yayılmış sızılar geçiyor, yerine tatlı bir helecan geliyor, gözleri de gülmeye başlıyordu. Deli Cafer’in sözleri, bu duygu kargaşalığını birden giderdi, genç kızı hayal ve heyecan âlemlerine sürükledi. Bütün benliğine neşeli bir uysallık getirdi. Artık -suni olarak da- somurtamıyordu, tatlı bakışlarıyla heybetli Türk’ü kucaklayarak durumundan mahzuz ve mesut görünüyordu.
Deli Cafer, toy kızın esirlik felaketini saadet olarak telakki etmekte gecikmediğini görünce yana çekildi.
“Buyurunuz…” dedi. “Bizim gemiye geçelim. Orada esirleri siz azat edersiniz.”
İki üç dakika sonra, onu Kara Kadı karşılıyordu. Lakin genç ruhlu ihtiyar korsan bu istikbal sırasında yalnız değildi, duçeler sarayında kıymetleri Kubat Çavuş tarafından ballandıra ballandıra anlatılan iki meşhur cüce de yanındaydı. Bafa, o canlı insan minyatürlerini görünce -nasıl bir vaziyette bulunduğunu unutarak- ellerini şımarık şımarık çırptı, şen şen bağırmaya girişti:
“Aman, ne güzel şeyler, ne zarif oyuncaklar!”
Ve cüceleri uzun uzun muayene ettikten, evire çevire seyreyledikten sonra Kara Kadı’yı selamladı.
“Affedersiniz…” dedi. “Cüceleriniz, o kadar hoşuma gitti ki sizi selamlamayı unuttum.”
Ve biraz sıkılarak Deli Cafer’in kulağına fısıldadı:
“Bu cüceleri arkadaşınız bana verir mi?”
O, boyun kırdı:
“Yarın imparatoriçe olacak bir hanımın en küçük arzusunu yerine getirmek bizim için en büyük vazifedir. Şu hâlde cüceler sizindir efendim!”12
Bafa, tehlikeden