Charles, ileride vereceği yeni bir sınav için, aralıksız, tekrar çalışmaya koyuldu. Bütün soruların cevaplarını peşin peşin ezberledi ve oldukça iyi bir notla sınavda başarılı oldu. Anası için bu ne mutlu bir gündü! Büyük bir ziyafet verildi.
Fakat şimdi sanatını nerede yapacaktı? Tost fena bir yer değil, orada ihtiyar bir hekimden başka kimse yoktu. Madam Bovary ne zamandan beri onun ölümünü gözlüyordu. Ve adamcağız öteki dünyaya göç için hiç de pılıyı pırtıyı toplamak niyetinde değilken Charles, onun yerine gelmiş bir adam gibi, karşısına dikildi.
Fakat yalnız oğlunu yetiştirip tıp öğrenimi gördürmek, Tost’ta ona yer bulmakla iş bitmezdi. Ona bir de eş bulmak lazımdı. Anası bunu da yapmakta gecikmedi. Bin iki yüz lira geliri olan kırk beş yaşlarında bir kadın, Diyepli bir mübaşirin dul kalan karısını buldu.
Kadın çirkindi gerçi, bir çalı demeti gibi kuru ve bir bahar gibi tomurcukluydu. Bununla beraber Madam Dübük’ün talipleri eksik değildi ve kendisi bunlardan herhangi birini seçebilirdi. İsteğini yerine getirmek için Madam Bovary bunların hepsini tüydürmeye mecburdu ve sonunda da başarıya ulaştı. Hatta içlerinde rahiplerin tuttuğu bir domuz kasabının entrikalarını pek ustalıkla boşa çıkardı.
Charles, bu evliliğin ucunda, kendisine gün doğar gibi, daha elverişli bir hayatın doğacağını umuyordu; o zaman daha serbest olacak, şahsına ve parasına hükmü geçebilecekti. Hâlbuki karısı kendi sine hâkim oldu; ona istediğini yaptırıyordu, herkesin yanında şunu söyleyecek, bunu söylemeyecek, her cuma perhize girecek, kendi nasıl uygun görürse kocası öyle giyinecek, vizite parasını vermeyen hastaların da kendi talimatlarına uygun olarak yakalarını bırakmayacaktı. Kadın, doktora gelen mektupları açar, işini kollar ve muayene odasında olduğu vakit bitişik bölmenin arkasından onu dinlerdi.
Her sabah Madam’ın çikolatası önüne gelmeliydi, bitip tükenmeyen işleri vardı. Üstelik durup dinlenmeden boyuna sinirlerinden, göğsünden, kanının bozukluğundan şikâyet ederdi. Ayak patırtısı onu rahatsız eder, başlarını dinlemek için bir tarafa çekilseler ıssızlıktan boğulurdu. Hatırını sormak için yanına mı geldiniz, mutlaka acaba ölüyor mu diye onu görmek içindir. Akşamları Charles eve geldiği vakit o, değnek gibi ince kollarını meydana çıkararak kocasının boynuna dolar ve onu karyolanın kenarına oturtarak derdini dökerdi: “Kocası onu sevmiyormuş, mutlaka başkasını seviyormuş! Ona zaten rahat edemezsin, kocaya varma dememişler miydi!” Böyle sözler söyler, sonunda ondan ferahlık verici bir şurup ve biraz sevgi isterdi.
2
Bir gece saat on bire doğru, tam kapılarının önünde duran bir atın nal sesiyle uyandılar. Hizmetçi kadın tavan arasının ufak penceresini açıp aşağısokaktaki adamla bir şeyler konuştu. Bir adam köy hekimini aramaya gelmişti. Yanında bir mektup vardı. Nastasie titreyerek merdivenden indi, kapının sürmesini çekti. Sonra birer birer kilitleri açtı. Gelen adam, hayvanını bırakarak kadının arkasına düştü, içeri girdi. Gri püsküllü yün kukuletasının içinden beze sarılmış bir mektup çıkararak nezaketle Charles’a uzattı. Charles mektubu okumak için dirseğini yastığa dayadı. Nastasie karyolanın yanında ışık tutuyordu. Madam utandığı için yüzünü sokak tarafına çevirerek arkasını dönmüş, onlara sırtını vermişti.
Mavi bir balmumu ile mühürlenmiş olan bu mektupta Mösyö Bovary, acele, Berto çiftliğine çağrılıyordu. Kırılmış bir bacağın yerine konulmasından bahsediliyordu. Berto ile Tost arası Longvil ile Saint Viktor’dan geçmek üzere ferah ferah altı fersah çekerdi. Ortalık zifirî karanlıktı. Genç Madam Bovary kocasının başına bir kaza gelir diye korkuyordu, bunun için şöyle bir karar verildi; gelen seyis önden gidecek, Charles üç saat sonra ay doğarken yola çıkacak öteden kendisini karşılamaya bir çocuk gönderilecek, çocuk ona çiftlik yolunda kılavuzluk edecek ve önü sıra çit kapılarını açacaktı.
Sabahın saat dördüne doğru Charles, paltosuna iyice bürünerek Berto’ya doğru yola çıktı. Hâlâ uyku sersemiydi. Beygirin muntazam tırısına beşikte sallanır gibi kendini bırakmıştı. Yolların kenarında kazılan, üstünü diken kaplamış oyukların hizasına gelip de hayvan kendiliğinden durduğu vakit Charles sıçrayarak uyandı, hemen aklı kırık bacağa gitti: Kırıklara ait bildiklerini hatırlamaya çalışıyordu. Yaprakları dökülmüş elma dallarında kuşlar, tüyleri sabahın serin rüzgârına karşı yer yer dikilerek hareketsiz duruyor; kırlar, göz alabildiğine dümdüz uzanıp gidiyor ve çiftliklerin etrafında seyrek demetler hâlinde ağaç kümeleri, kasvetli bir gökyüzü tonu ile ufuklara karışan boz rengi kırların üstünde, koyu mor birer leke gibi görünüyordu. Charles zaman zaman gözlerini açıyor, sonra zihin yorgunluğundan uykusu gelerek öyle bir uyuşukluğa düşüyordu ki bu hâlinde yeni izlenimleri eski hatıralarına karışarak kendinde bir ikilik buluyor; bir karyolasında kendini uzanmış evli bir adam gibi görürken, bir, eskiden olduğu gibi, hariciye koğuşunda ameliyatlılar arasından geçen tıbbiye öğrencisi oluyor ve kafasında lapaların sıcak kokusuna, çiylerin yeşil kokusu karışıyordu. Derken yattıkları karyolanın perdeleri çekilirken halkalarının çıkardığı sesi ve karısının uyuduğunu duyuyordu… Vasonvil’den geçerken hendeğin kenarında, çimenlere oturmuş bir oğlan çocuğu gördü.
“Hekim siz misiniz?”
Bu sualin müspet cevabını alması üzerine çocuk, takunyalarını eline alarak önden koşmaya başladı.
Yolda giderken köy hekimi, kılavuzunun sözlerinden anladı ki Mösyö Ruolt hâli vakti yerinde bir çiftçiydi. Bir gün evvel akşamüstü, bir komşusunda eğlenip vakit geçirdikten sonra evine gelirken nasılsa düşmüş, bacağı kırılmış. Karısı iki yıl evvel öldüğü için evi çekip çeviren bir tanecik kızından başka da kimsesi yokmuş.
Yollarda araba tekerlekleri izlerinin daha derinleştiği görülüyordu: Berto’ya yaklaşmışlardı. Küçük oğlan bir çitin deliğinden girip kayboldu. Sonra gene gelerek bir avlunun tahta havaleye benzeyen kapısını açtı.
Hayvanın ayakları ıslak otların üstünde kayıyor, Charles, dalların altından geçerken başını eğiyordu. Çoban köpekleri kulübelerinde zincirlerini gererek havlıyorlardı.
Berto’ya girdiği vakit atı ürktü ve geriye doğru büyük bir hamle yaptı.
Burası görünüşü güzel bir çiftlikti. Ahır kapılarının açık üstünden içeride iri çift atlarının yeni yemliklerinde rahat rahat yemlendikleri görülüyordu. Binaların hizasında boydan boya dumanı tüten geniş bir gübre tarlası vardı. Üstünde eşelenen tavuklar, hindiler arasında, Normandiya kümeslerinin ziyneti olan beş altı tavus azametle boy gösteriyordu. Koyun ağılı uzun, samanlığı yüksek ve duvarları el ayası gibi düzdü. Hangarın altında iki büyük çift tekerlekli yük arabası ile dört saban duruyordu. Bunların kamçıları, boyundurukları, tam takımları beraberdi. Boyundurukların mavi renkteki yünü, zahire ambarlarından inen ince toz yağmuruyla kirli bir renk almıştı. Avlu yamaç hâlinde meyilli ve ağaçlarının uzaklıkları karşılıklıydı. Ötede durgun su etrafındaki kaz sürüsünün şakrak sesleri ortalığı çınlatıyordu.
Merinos yününden üç volanlı mavi bir rop giymiş genç bir kadın Mösyö Bovary’yi karşılamak için kapıya geldi. Ve onu içeri, mutfağa aldı. Mutfakta alevli büyük bir ateş vardı. Etrafında boy boy ufak tencerelerde evdekilerin öğle yemeği pişiyordu. Şöminede kuruyan ıslak elbiseler vardı. Hepsi büyük mikyasta yapılmış ateş küreği ile maşanın ve körüğün sivri ucu, bir çelik parıltısıyla ışıldarken duvarlarda asılı duran mutfak takımları üzerinde bir taraftan ocağın