Charles ne söyleyeceğini bilemezdi. Onun anasına saygısı ve karısına sonsuz bir sevgisi vardı. Birinin söylediklerini pek yerinde bulur; fakat ötekinde de hiçbir kusur göremezdi. Anası evde yokken onun sözlerinin çerçevesi içinde karısına en yumuşak ihtarlardan bir ikisini sıkılarak söylemeyi dener; fakat Emma bir sözle kocasının yanıldığını ispat ederek onu hastalarına yollardı.
Bununla beraber doğru bulduğu teorilerden ilham alarak genç kadın, kendi içinde bir aşk yaratmayı isterdi. Mehtaplı gecelerde bahçeye çıktıkları vakit ona ezberinde kalan bütün sevda şiirlerini okur, içini çekerek melankolik besteler söylerdi. Fakat ondan sonra kendini gene eskisi gibi heyecansız bulur, Charles da eskisinden ne fazla âşık ne de fazla duygulu olurdu. Böylece kocasının kalbinde yakmak istediği sevda çakmağından hiçbir kıvılcım çıkmadığını görünce zaten kendisinin duymadığını onun duymaya yeteneği olmadığını anlayarak belirli biçimlerde ortaya çıkmayan bütün şeylere inanmak nevinden, Charles’ın kendisine düşkünlüğünde hiçbir aşırılık olmadığına kolayca inandı. Üstüne düşmeleri âdeta düzenli bir hâl almıştı. Vakti, saati gelince kalkar karısını öperdi. Birçokları arasında bu da bir âdet sırasına geçmişti. Sıkıcı bir ziyafetten sonra geleceği herkesçe bilinen yemişliğin sofraya gelmesi kabilinden bir şey. Uğradığı akciğer iltihabından Mösyö’nün tedavisiyle iyileşen bir av ormanı bekçisi Madam’a küçük bir İtalyan tazısı hediye etmişti. Emma, yalnızca başını dinlemek ve evin ebedî bahçesiyle tozlu yolunu biraz olsun görmemek için bu köpeği alır gezmeye çıkardı.
Banvil’e kadar uzanır, orada tarla tarafında, duvarın köşesindeki ıssız pavyona yakın, kayın ağaçları altında, otların ve keskin yapraklı uzun sazların arasında gezinirdi.
Her şeyden evvel etrafına bir göz gezdirir ve son gelişinden beri orada bir değişiklik olup olmadığını araştırırdı. Yüksek otlarını, ravanelleri, ısırgan demetlerini ve yosunları, iri çakıl taşları saran yosunları, hiç açılmayan kanatları çürüyerek paslı demir parmaklıklarına dökülen üç pencerenin boydan boya hizasındaki yosunları, hep yerli yerinde ve aynı hâlde bulurdu. Önce zihni sebepsiz, tıpkı tazısı gibi rastgele, şuraya buraya takılırdı. Gerçek tazısı da kırda rastgele dolaşır, sarı kelebeklere havlar ve buğday ekili bir tarlanın kenarındaki gelincikleri ısırarak sivri burunlu fareleri avlardı. Sonra genç kadın yavaş yavaş kendini toplar, çimenlere oturur ve şemsiyesinin ucuyla küçük vuruşlar yaparak o çimenleri kazırken içinden şunu tekrar ederdi:
“Ben ne diye evlendim ya Rabbi?”
Kaderin bazı kombinasyonlarıyla önceden başka bir adama varmış olmasını ve tanımadığı o kocanın, o değişik hayatın, şimdi meydana gelmeyen olayların nasıl olabileceğini zihninde tasarlardı. Gerçekte kocalar hep birbirine benzemiyorlardı. Kendi meçhul kocası da pekâlâ güzel, zeki, yüksek ve alımlı olabilirdi. Mutlaka eski manastır arkadaşlarının kocaları da böyle olacaktı. Onlar şimdi acaba ne yapıyorlardı? Şehirde, sokakların gürültüsü, tiyatroların uğultusu, baloların pırıltısı içinde kalbi ferahlatan, duyguları coşturan bir ömür sürdüklerine şüphe yoktu. Hâlbuki kendisi ne soğuk bir hayat geçiriyordu! Penceresi poyraza açılan bir zahire ambarı kadar, soğuktu bu hayat. Ve can sıkıntısı… O sessiz örümcek, karanlıkta kalbinin her bucağına kuvvetli ağını örüyordu. Okulda ödül dağıtma merasimini, o merasimde küçücük ödüllerini almak için kürsüye çıkışını hatırlıyordu. Örgülü saçları, beyaz robu ve saten kumaşlı açık iskarpinleriyle sevimli bir hâli vardı ve yerine gelip oturduğu vakit delikanlılar gelip kendisine komplimanlar yaparlardı. Avlu, üstü açık arabalarla dolar ve herkes arabaların kapısından bakıp ona aşnalık ederdi. Müzik öğretmeni, keman kutusuyla geçerken onu selamlardı. Bütün bunlar ne kadar uzak, ne kadar uzakta kalmıştı!
Bu düşünceler arasında köpeği Cali’yi çağırır, onu bacaklarının arasına alır ve ince uzun başını parmaklarıyla okşayarak:
“Haydi bakalım…” derdi. “Hanımını öp! Siz ki dert nedir bilmezsiniz.”
Sonra ağır ağır esneyen narin hayvanın melankolik yüzüne dikkatle bakarak içlenir ve onu kendisinin yerine koyarak dertli birini avutur gibi sesli sesli konuşurdu.
Bazı zamanlar apansız çıkan sert bir rüzgâr, denizden gelen bir meltem, bir hamlede memleketin bütün yaylaları üzerinde yuvarlanarak ta uzaklardaki tarlalara kadar tuzlu bir serinlik getirirdi. Ağaç gövdelerinden yerlere sürünerek geçen ıslıklar çıkar, kayın ağaçlarının yaprakları, hızlı bir titreyişle gürültü çıkarırken tepeleri durmadan sallanarak sürekli hışırtılar yapardı. O zaman Emma, atkısına sıkı sıkı bürünerek kalkardı.
Ağaçlı yolda yapraklardan süzülen yeşil bir gün, yerlere serpilirken ayağının altında yumuşak yumuşak gıcırdayan tek tük yosunları aydınlatıyordu. Güneş batmak üzeredir. Dalların arasından gökyüzü kıpkızıl görünür ve sıra sıra dikilmiş ağaç gövdeleri, yaldızlı bir zemin üstünde kendini iyi gösteren koyu renkli sütunları andırırdı. O zaman onu bir korku alır, Cali’yi çağırır, doğru yoldan acele eve döner, bir koltuğa yığılır ve o gece hiç lakırtı etmezdi.
Fakat eylülün sonlarına doğru onun hayatına olmadık bir hadise karıştı. Vobiyesar’da Marki-Ander Viliyeler tarafından davet olunmuştu.
Restorasyon zamanında vekillik etmiş bulunan Marki, siyasi hayata karışmak emeliyle mebus olmak istiyor ve adaylığını etraflıca tedbir alarak hazırlıyordu. Kışın birçok fukaranın odununu temin eder ve bulunduğu kazanın yolları için umumi meclise her vakit heyecanlı müracaatlarda bulunurdu. Yazın büyük sıcaklarında ağzında peyda olan bir apseyi Charles tam vaktinde deşerek mucize nevinden iyi etmişti. Operasyon ücretini getiren adamı, doktorun küçük bahçesinde eşi az bulunur kirazlar gördüğünü Marki’ye söyler. Vobiyesar’da ise hiç iyi kiraz yetişmediği için Marki, Bovary’den birkaç kiraz çeliği ister, buna karşılık gelip teşekkür etmeyi kendine borç sayar, Emma’yı görür, boyu posu hoşuna gider, selam verişinin diğer köylü kadınlarınkine benzemediğine dikkat eder ve bu genç karı kocayı şatoya davet etmenin bir münasebetsizlik olmayacağı ve onların rızaları hududunu geçmeyeceği kanaatine varır.
Bir çarşamba günü saat üçte Mösyö ve Madam Bovary, arkaya koca bir sandık, öne bir şapka kutusu yerleştirerek arabalarına binip Vobiyesar’a doğru yollanırlar.
Alaca karanlıkta, arabalara yol göstermek için parkın küçük lambalarının yakıldığı sırada şatoya varırlar.
8
Şato, İtalyan mimarisi tarzında modern bir binaydı. İki yanı ve üç taş merdiveniyle geniş bir çimenliğin aşağısında yaygın duruyordu. Çimenlikte birkaç inek, seyrek büyük ağaç buketleri arasında otluyordu. Kumlu yolda ise katmerli zakkumların, yabani yaseminlerin, kartopu çiçeklerinin ve küçük sepet gibi fidanların sık ve değişik yeşillikleri birer kabartma manzarasını gösteriyordu. Bir köprünün altından geçen çay, sisler içinde fark olunabilen üstü samanla örtülü yapılar çayıra serpilmiş, ağaçlı iki tepe, tatlı bir bayır yaprak, çayırı kucaklamış, arka tarafta ve ormanın sık yerinde iki paralel çizgi üzerinde, yıkılan eski şatodan