Yıkılır kendi, verme sırrın, sabır kıl,
Ancak ahmak, fark edemez öz gücün.”
diyerek Alaş aydınlarının hayalperest, akıldışı Sovyet devletinin yıkılacağına nasıl inanmış olduklarını dile getiriyordu.
1929 yılı ocak ayında da Mirjakıp Duvlatov (Miryakub Duvlatoğlu/Duvlatulı/Dulatov), gelecek kuşaklara öğüdünde:
“(Alaş aydınlarının) Sovyet iktidarına karşı mücadele ile seslerini yükseltmeleri, Kazak halkı kendi kendi yöneterek ömür sürsün denilen gayeden doğan niyettir, yalnızca. Öz vatanımız kendimize bırakılsın diyoruz… Ömür yetse, kader yazsa milletimin geleceği için çalışmaya, var güç-kuvvetimi sarfetmeye borçluyum. Yanıldıysam, halkımla birlikte yanıldım; aydınlık yola doğru atılırsam da, milletimle birlikte atılırım” diyordu.
XX. asır Kazak halkına, ömründe görmediği felaketli, facialı yıllar getirdi. Maruz kalınan trajedilerin bazıları şunlardı:
İlk olarak, 1919-1921, 1931-1933 yıllarında, Sovyet iktidarı eliyle hazırlanan Açlık’tan dolayı Kazakların nüfusu yarı yarıya azaldı.
İkinci olarak, savaşlar, milli idraki zayıflattı.
Üçüncü olarak, Kızıl İmparatorluk, planlı şekilde, Kazak aydınlarının tamamına yakınını kıyımlara, idamlara kurban etti. Halkı, yol göstericilerinden, önderlerinden ayırdı.
Dördüncü olarak, Sovyet iktidarı, sınıf mücadelesi bahanesiyle Kazakların parmakla sayılacak kadar az kalmış aydınlarını da ikiye bölüp, birbirlerine karşı düşman hale getirdi.
Beşinci olarak da, sosyalist ideoloji, millet, milliyetçilik gibi dünyadaki en asil kelimeleri, halkın beynine, öcüleştirerek yerleştirdi.
Bunların sonucunda Kazakların milli bünyesi, sınıf ayrımına dayanan komünist ideolojiye karşı mücadele edebilecek bağışıklık sistemini kuramadı. Milli şuuru, kaygının kara bulutları örttü. Ne var ki milliyet duygusu da, Kazak bozkırında ezelde ortaya çıkıp, zaman içinde gelişerek sonsuza kadar silinmez bir nitelik kazanan, her Kazak’ın iliklerine kadar işlemiş bir özellik idi.
Toplumların gelişme tarihlerine göz atarsak, fetret dönemlerinde, zor ve meşakkatli zamanlarda milletlerinin yanlış yolda kaybolmalarını engelleyecek, zifiri karanlıktan alıp çıkaracak alp şahsiyetlerin topluca dünyaya geldiklerini görürüz. Halkına önderlik edecek, “sekiz kırlı bir sırlı” yani on elinde on marifet olan bu şahsiyetlerin sayısı ne kadar çok olursa, ülkenin gelişmesi de o derece hızlı olur. Kazak halkı da yetenekli, milleti için canını feda edebilecek oğul ve kızlarından hiçbir zaman mahrum olmadı.
İşte sözü edilen o fetret döneminde de, halkımızın manevi ve kültürel gelişme yolunu, çağın gereklerine uygun olarak yeniden kanalize edecek olan, yüz yılda bir yaşanacak bir gelişme oldu ve tarih sahnesine Alaş aydınları çıktı. Aynı anda Alihan Bökeyhanov (Bökeyhan/Bökeyhanulı), Ahmet Baytursunov (Baytursınov/Baytursun/Baytursınulı), Mirjakıp Duvlatov, Mustafa Çokay (Şokay) ve diğer öncüler, Jüsipbek (Yusufbek) Aymavıtov, Mağcan Cumabayev, Sultanmahmut Torayğırov, Muhtar Avezov gibi üstün yetenekli insanların dünyaya gelmeleri olağanüstü büyük bir hadisedir. Ne var ki biz, “eldeki hazinenin” kadrini bilemedik, onu koruyup, saklayamadık. Tanrım da, bize, iki elin parmaklarından az aydını çok gördü.
Kruşçev Ilımlılığı’nin getirdiği atmosfer, Kazakların mizacında da inkılaba yol açtı. 1950’lerdeki siyasi düşünce hareketi, insanların yönetime karşı bireysel karşı çıkışları ile başladı. Toplumda karşılık bulunca da sosyal düzeni sarsabilecek boyuta ulaştı.
Dirilmeye başlayan milli şuur, ahmakça uykudaki halkı da uyandırdı; ülkenin kılcal damarlarına dokundu. Halk, kendisini düşünen ve önderlik eden aydınlarla birlikte, bazen açık, bazen de gizli şekilde mücadeleye atıldı. Bildiriler yazıp dağıtma, iktidara, Komünist Parti komitelerine şikâyet mektubu yazma rutin bir eylem haline geldi. Genellikle üst makamlara, bireysel ya da toplu şekilde mektuplar yazıldı. Böylelikle Kazakistan’da da, “milliyetler politikası”ndaki haksızlıkları açık olarak kınayıp, itirazlarını bildiren insanlar ortaya çıkmaya başladı. Bu insanlar, İkinci Dünya Savaşı döneminde fedakârca yiğitlik göstermelerine rağmen sadece Kazak oldukları için “kahraman” ünvanını alamayanlara yapılan adaletsizlikten başlayıp, köylerdeki vaziyeti, özellikle kolhozda yaşayanların karşı karşıya bulundukları hayat zorluklarını gündeme getiriyorlardı. O sırada Rahımcan Koşkarbayev, Kasım Kaysenov ve Bavırcan Momışulı’nın fedakârlıkları halkın dilinden düşmüyordu. Ama onlar, Kazakistan’daki tüm kolhozcular gibi, çalışma karneleri olmaması bir yana öz iradeleri ile hiçbir yere gidemeden köle gibi ömür sürdüler. Halk, değişimi, farklı şekilde ömür sürmeye imkân sağlanmasını talep ediyordu.
Lakin çoğunluğun homurdanmaları, genellikle, sıcak ocağın başından, serilen sofranın etrafından öteye geçemedi. Yönetimin adaletsizliği, halkın ihtiyaçlarına kimsenin ilgi göstermemesine eleştiriler her yerde yapılan sıradan konuşmalara dönüştü. Buna rağmen, yüzlerce bilge, binlerce tulparın yani yiğidin doğduğu bu topraklarda, sözle yetinmeyip, harekete geçenler de oldu. 1951 yılında Karagandı şehrinde, savaş gazisi K. Jaksılıkov’un öncülüğü ile B. İskakov, A. Nareşev, K. Temirov ve başkaları, “Elini (Ülkesini) Seven Erler Partisi” (ESEP) adıyla gizli bir teşkilat kurdular. ESEP, propaganda faaliyetlerinde bulunup, gençleri, milletini sevmeye, halkına sahip çıkmaya çağırdı. Maalesef, teşkilatın faaliyeti çoğunluğun desteğini göremeden, kısa süre içinde sonlandırılmak zorunda kaldı. Savaş sonrası henüz kendine gelemeyen halk şuuru, karın tokluğu, insanların kara başlarının selametini düşünme tasasından öteye geçememişti.
Sovyetler Birliği’nde, hükümet ile emekçi halk arasındaki ilk silahlı çatışma, 1959 yılında Kazakistan’ın Temirtav şehrinde meydana geldi. Bu başkaldırıya, çelik fabrikası inşaatında çalışan tüm Kazak gençleri katılmıştı. Özgürlük içinde ömür sürmeye alışmış; bağımsızlık isteği ruhunda yer etmiş bozkır insanı, yönetimin adaletsizliklerine korkmadan karşı çıktı. Böylelikle Vatan Savaşı’ndan9 sonra, Sovyetler Birliği’ndeki Komünist Parti politikasına karşı ilk silahlı başkaldırı, enternasyonalist toplum modeli olarak örnek gösterilen Kazak topraklarında vuku buldu.
Ne var ki, toplumsal hareketlerle ortaya konulan meselelere yönetim tarafından kulak asılmadı, çözüm bulunmadı. Çünkü bu hareketlerin tüm talepleri, eninde sonunda, egemenliğe, milli meselelere gelip dayanıyordu. Milli kültürün, ana dilin geliştirilmesi, yerleşmiş adet-ananeleri koruma komünist sistemin ilkelerine aykırı görülüyordu…
Vatan Savaşı’nın ardından, “sınıf düşmanları”nı yok etme siyaseti farklı bir boyutta yeniden zemin buldu. Ülkesini, halkını düşünen aydınlar, sosyalist ideoloji tarafından şüpheli kişiler haline getirildiler. Komünist Parti yönetimindeki Sovyet hükümeti, halkları milliyetsizleştirme politikasında yeni bir aşama başlattı.
Kazak milliyetçilerinin kimliklerini güç zoruyla açığa çıkarma çabaları, 1951 yılı ekim ayında yapılan “Kazakistan Cumhuriyeti Parti Örgütündeki İdeolojik İşlerin Durumu ve Onu İyileştirme” konulu genel toplantı sonrası daha da yoğunlaştı. Bu bağlamda, örneğin, burjuva milliyetçisi olarak suçlanıp tutuklanan tarihçi bilim adamları E. Bekmahanov ile B. Süleymenov’u destekleyenler, kovuşturma ve baskı altına alındılar. Bekmahanov’un derslerini takip eden Kazak Devlet Üniversitesi Tarih Bölümü öğrencilerinin tümü, Kenesarı Kasımov’un milli kurtuluş hareketini