“– Bırak kızı!”
Uzanıp sivil memurunun elinden tuttu. Şişman olan polis ellerini çekiverdi ve küfretti:
“-Defol buradan, domuz!”
Haknazar’ın gözü kararmıştı artık. Hızla sağa döndü, sivil polisinin çenesine vurdu. Adam bu darbeyi beklemiyordu. Çuval gibi yere düştü.
Yerde yatan kızın koltuklarından tutup kaldırdı Hak-nazar. Elik yavrusu gibi küçücük bir kızdı.
“– Yürüyebilecek misin?” diye sordu.
Kız yavaşça başını salladı. Tam “haydi, artık kaçalım”
sözleri ağzından çıkmıştı ki gözlerinin önünde çok kuvvetli bir ışık patladı, yüzüstü kapaklandı.
Kendisine geldiğinde tüm vücudu ağrıyordu. İki asker onu ayaklarından tutmuş yerde sürükleyerek götürüyordu.
Onu hiç mi hiç önemsemeden başıyla ayaklarından tuttular. Çuval fırlatır gibi üzeri brandayla örtülmüş kamyona atıverdiler. Morarıncaya kadar tekmelenmiş olan beli ağrıyordu. İstemeden inledi. Biraz sonra hareket eden kamyonun kasası kendisi gibi serilmiş yatan yaşıtlarıyla doluydu. Bazılarının kolları bağlıydı. Bazıları da yarı ölü halde, kanlar içindeydi. Galiba aralarında kızlar da vardı. Ellerine sopa alan birkaç asker onların üstüne oturmuşlardı.
Kamyon yola devam etti. Bir müddet sonra da bir yere gelip durdu.
Haknazar kamyonun kasasının açılmasıyla birlikte bir sürü askerle polisi gördü. Sanki polis karakolundaydı.
Çok geçmeden getirdiklerini tek tek çekip kamyondan indirmeye başladılar. Sonra iki saf halinde ve birbirine karşı duran askerin ortasından geçirdiler. Oradan yürütmelerinin sebebi şuydu: Kamyonun durduğu yerden Geçici Gözaltı Merkezine ait demir kafesli kapıya kadar olan mesafe yaklaşık yüz metreydi. İndirdiklerini o aralıktan koşarak geçmeye zorluyorlar, iki tarafta omuz omuza dizili askerler de önlerinden geçenleri coplarıyla acımasızca dövüyordu. Bu eziyet tam da Çar dönemindeki acımasız dayak cezasına benziyordu.
Alanda iyice dövülen gençler bu dayağa dayanamayacaklarını anlayınca hüngür hüngür ağladılar, yalvardılar. Bu hali gören ön saftaki askerler arkaya çekildi. Subaylar kızıp bağırarak, askerleri tekmelediler. Ama onlar ön safa geçmediler.
Başlarında bulunan aptal subaylar merhamet duygusundan yoksundular. Yanlarında bulunan iri Alman çoban köpeklerini gençlerin üzerine saldılar.
Köpeklerin saldırdığı ve ısırdığı gençler farkında olmadan elleriyle yüzlerini kapatarak, sırtlarını coplara uzatarak askerlerin arasından koşmaya başladılar. Kısa boylu bir genç koşarken düştü. Peşinden yetişen Alman çoban köpeği onun giysilerini parçalamaya, her yerini ısırmaya başladı.
Yerde çırpınan genç çığlıklar atarak yalvarıyordu:
“– Ağabeyler! alın şu köpeği üzerimden! Ağabeylerim benim!”
Ama o subaylar ve askerler bu çığlığa hiç önem vermediler.
“Evet, gençler, bu bir kanlı hareket oldu,” diyen saçları dik, yaşı otuzlarda olan esmer adamı ve yanındakilerin hepsini hapse attılar. Demir kapı “güm” diye kapatıldığında işkence edilenlerin hiçbiri kendisine gelememişti.
Gerçekten kendilerini toparlayamadılar. Bunların hepsi ama hepsi kaşla göz arasında oldu.
Bütün bu olanlar Haknazar’a kötü bir rüya gibi görünmüştü, bir kâbus gibi… Neredeyse kendi gözlerine inanmayacaktı. İnsanların hiç konuşturulmadan, köpekçe dövüldüğünü kim, nerede, nasıl görmüştü ki…
Biri inledi. Köşede, dizlerinin üstüne çökmüş olan gençti inleyen. Yanında oturan ona baktı. Sonra üzüntülü sesle sordu:
“-Sağ kolu burkulmuş. Gençler, ne yapmak lâzım?”
Başka biri çaresizce konuştu:
“– Kapıyı çalıp söyleyelim şu köpeklere. Acili çağırsınlar.”
Yanında oturan esmer genç:
“-Toparlanmamıza bile fırsat vermedi,”dedi.
Ardından oradakilerin arasından geçti. Demir kapıyı çaldı.
Dışarıdan kaba bir ses duyuldu:
“-Ne var? Ne istiyorsun?”
“-Adam ölmek üzere, doktor lâzım!”
Çok geçmeden soruşturma, teftiş başladı. İçeri giren asker yaralı gencin üzerini aradı. Yanında yazı yazmakta olan iri kafalı şişman subay da soruları peş peşe dizdi:
“-Soyadın?”
“– Şıgayev.”
“– Adın?”
“– Haknazar.”
“– Doğum tarihin?”
“– 1968.”
“– Nerede okuyorsun?”
“– Tarımsal Ekonomi Enstitüsünde.”
“– Fakülten?”
“– Ekonomi bölümü. 2.sınıf.”
“– Öyleyse, dedi subay, artık hazır ol. Sorumluluğu büyük bir işe girişeceğiz.”
Sonra gerildi birkaç saniye. Tekrar konuştu.
“– Meydana niye geldin? Amacın neydi? Birileri söyledi de öyle mi geldin?”
“– Kendim gittim.”
“– Kendin… Kendin ne, ne, ne? Dedenin başı mı kayıptı? Onu bulmak için mi vardın oraya?”
“– Şey… Askerler toplanınca merak ettim. Ne yaptıklarını bilmek istedim.”
“– Bak sen şunun sözlerine! Askerin ne yaptığını bilmek istemişmiş, miş… Hükumete karşı çıkan serserileri durdurmak için geldi o askerler. Pekiyi, sen bunu biliyor muydun? Hey! Sana soruyorum! Seni gidi mel’un seni!”
“– Hayır…”
“– Yanında kimler vardı? “
“– Kimse yoktu. Yalnız gittim.”
“– Meydanda otobüsün penceresini kırmışsın. Arabaları yakmışsın!”
“– Kim?”
“– Sen.”
“– Ben meydanda değildim ki! Sadece Furmanov Sokağından yukarıya doğru yürüyüp meydana yetiştiğim sırada askerler tutukladı, götürdü beni.”
Şişman subay kaşlarını çattı, büyük parmaklarının arasında sıktığı kalemini masanın üzerine fırlatıp bağırdı:
“– Ne? Sen! Sen kiminle şakalaşıyorsun! Meydanda arabaları devirip yaktığını, Sovyet Hükumetine karşı lâflar ettiğini biz bilmiyor muyuz sanıyorsun ha?”
Hemen bir kâğıdı uzattı:
“– Haydi, fazla kafayı karıştırmadan şu tutanağı doldur. Aklında olsun! Yaptıklarını itiraf edersen burada fazla tutmayız seni. Evine yollarız.”
“– Ben hiçbir şey yapmadım, neyi itiraf etmeliyim ki,” dedi Haknazar.
“– Sen hiçbir şey anlamak istemiyorsun galiba! Yoksa hapiste