Bir defasında verdiği kitaba baktığında bunun “Şuğanın Belgisi”6 adlı kitap olduğunu gördü. Başını kaldırmadan bir çırpıda okuyup gözyaşlarıyla bitirdi. Arzusu içinde kalıp sevdiğine kavuşamayan Şuğa’nın derdi bunun içine dert oldu. Üstelik köyünü çok özlediği için okuduğu bu kitaptan âdeta bozkırın buram buram kokusunu duyar gibi olmuştu. Başını kaldırmadan okuyuverdi. Sonra bu hareketi onda alışkanlığa dönüştü. Marguva’ya bir eğlence çıkmıştı. Ev işlerinden eli boşalır boşalmaz kitap okumaya dalıyordu.
Marguva o kısa kursu tamamladıktan sonra eğitim konusuyla hiç ilgilenmedi, buna ihtiyaç da duymadı. Onun için enstitü de üniversite de kocasının ona alıp getirdiği kitaplar olmuştu. Geriye kalan her şeyi ona, hayatın kendisi öğretti.
Mukan’ın öğrenci bursunun yattığı günlerde pazara gidip gerekli ihtiyaçlarını alıyordu. Marguva kendi imkanları dahilde muhteşem sofra kuran bir ev hanımıydı. Bazen varlık, bazen yokluk içinde, bazen aç, bazen tok yaşayıp kocası eğitimini devam ettirdi. Hiçbir dertleri tasaları yoktu, yarınlara umutla bakıyorlardı. Geleceklerinin aydınlık olacağı gün gibi açıktı. Bu konuda en ufak şüpheleri yoktu, her şey apaçık ortada görünüyordu.
Marguva evlendikten sonra memleketlerindeyken bazen Mukan ile tek başına nasıl yaşayacağını düşünüyordu. Oysa şimdi sabah erkenden giden kocasını neredeyse akşama kadar özlüyordu. Kocasının ona bağlılığı da bambaşkaydı, o da ona karşı büyük bir sevgi besliyordu. Sevdiğinin, yok yok, sevenlerin birbirlerine sevgi ve sadakatleri gerçek olduktan sonra bir insan hayatta başka ne isterdi ki… Özellikle de bir kadın. Mukan’ın ona olan sevgi ve sadakatini düşündüğünde bütün sorunlar geride kalıyordu. Gelecekte onları yalnız ve yalnız güzellikler bekliyordu.
Mukan enstitüyü bitirmek üzereydi. O yıl ilk çocuğu Kaysar dünyaya geldi. Enstitüyü bitirmek üzere olan kocasına Marguva nur topu gibi bir oğlan hediye etti. Bundan daha büyük bir hediye olabilir mi? Mutluluklarının tarifi yoktu. Marguva’nın o yıllarda mutluluktan burnu havalarda değil miydi? Hey gidi gençlik hey! Marguva daha sonra acaba o yaptığım asilik mi oldu diye defalarca kez düşündü. Bu düşünce çok defa kafasını meşgul etti. Ardından…
O dönemdeki yeni zaman rüzgârı önlerindeki kapıları ardına kadar açıyor gibiydi. Bir mutluluğun ardından diğer bir mutluluk… Enstitünün o yılkı bir grup mezununu Kün Kösem7 adlı şehre, Leningrad şehrine eğitim için göndermeye karar verdiler. Aralarında Mukan da vardı, en başarılıları seçmiş olmalıydılar. Bilimin gelecek bir aşamasına el uzatıp kaderin onlara neler sunacağını sınamak istiyorlardı. O dönemde, bizzat Hükümet destekledikten sonra geleceğe büyük bir hevesle bakan gencin hangisi, Rusya’da, eskiden beri bilim ve sanatın merkezi olan bu eski şehirde okumayı istemezdi ki… Hepsi de bunu arzuluyordu elbette. Her yiğidin gönlünde bir aslanın yattığı bilinir. Bu ulaşılamayacak dilek avcunuzun içine konuluverirse ne yaparsınız? Okuma deyince yanıp tutuşan Mu-kan, bu defa da alev alev yanmaya başladı. O, yanıp tutuşan gururla göğsünü kabartarak genç hanımını ve on aylık bebeğini de yanına alıp Rusya’ya gitti. Kaderi belliydi, ilim yoluydu. “Yolculuğunuz hayırlı, yollarınız açık olacak!” demişlerdi onları uğurlayan eş dost, akraba.
“Hayırlı yolculuk olacak!”
Beklentileri gerçekten de başarıya gidiyor gibiydi. Heyecanla gelen gençleri bu eski ve güzel şehir hiç yadırgamamış, yabancılamamıştı. Hatta tam aksine kucaklar gibiydi. Mukan oraya gider gitmez hemen uyum sağlamıştı. Gündüzleri büyük âlimlerden ders dinliyor, akşamları da kütüphanede vakit geçiriyordu. Huzursuzluk verecek hiçbir şey yoktu, yeter ki talep ettiğinin peşinden git ve okulunu oku. Marguva da küçük çocuğuyla evde oturuyordu.
Orada onlar yalnız değillerdi. Almatı’da birlikte okuyup okulu birlikte bitirdikleri dostları vardı, ayrıca orada önceden okumak için gelmiş Kazak gençleri de bu dostlarının arasına katıldı. Kendi aralarında bir grup oluşturdular. Devamlı bir bahane yaratıp bir araya geliyorlardı. Ooo! Onlar bir araya geldiklerindeki sohbet ortamından Marguva hiç sıkılmazdı. Konuştukları şeyler sanat, bilim, edebiyat üzerine sohbetti, gerisi de vatan millet gamıydı. Hepsinin gönüllerinde alev alev yanan ateş, vatana döndükten sonra halka bir faydamız dokunsa çabasıydı. Hepsi de hatip, keskin dilli, ferasetli, ideal sahibi, taşkın bir ırmak gibi çağlayarak akan heyecanlı gençlerdi. Eğlenceyi de seviyorlardı. Bir araya geldiklerinde muhabbetleri şarkısız türküsüz geçmezdi. Akşamları hepsi birlikte şehirde dolaşırdı. Ahh! Ne güzel zamanlardı onlar! Nasıl unutsun? Unutmamıştı, sadece o günleri aklına getirmez olmuştu. Boz dumanın bürüdüğü beyaz gecelerine ne demeli? Hafif dalgalı, sessiz sessiz akıp giden Neva nehrinin kıyısında uzun uzun yürürlerdi.
Ne güzel şeyleri hatırlamıştı. Ömür ırmağının başındaki berrak göz gibi, en sakin ve huzurlu yıllarıydı o günler. Belki de arkadaşlık ilişkilerinin tertemiz, saf duygularla birbirlerine inanarak bağlandıkları aydınlık günlerdi o günler. O zamanlar önlerinde onları nelerin beklediğinden hepsi de bîhaberdi.
Mukan bilime susamış gibi kendini bütünüyle ilme vermişti. İlme hatırı sayılır bir mesai harcıyordu. Eğitim öğretim yılının ilk doksan gününde başarılı öğrenciler arasında düzenlenen bir yarışmaya katılıp yatakhanede yer kazanmıştı yiğidi. Kazandığı oda, neredeyse yatakhane olduğu anlaşılamayacak şekilde, büyük bir odadan oluşan eski usul bir daireye benziyordu. Ortasında bir soba vardı. Sobalarını kendileri yakıyorlardı. Her şeyleri evlerinin içindeydi. Öncesinde şehrin dışında oda kiralayan bu çift için yeni oda Tanrı’nın gökten zembille indirdiği bir kısmet gibi göründü. Sevindikleri bir şey daha vardı. Bu evin alt katında kendileri gibi genç çiftlerin çocukları için hazırlanmış kreş de bulunuyordu. Her şey ancak bu kadar denk düşebilirdi. Küçük Kaysar’ı kreşe yazdırdılar. Sabahları Mukan kendisi götürüyordu. Akşamları Marguva alıyordu. Mukan çocukları çok seviyordu. Tam da bu yüzden o günlerde ikinci çocukları Jiger dünyaya geldi.
Mutluluktan uçan Mukan dostlarını davet edip dillere destan bir şildehana8 düzenledi, beşik toyu yaptı, toy üstüne toy ekledi. O dönemler onun iki yavrusunu iki yanına alıp “Kaysar’ım, Jiger’im!” diyerek aile babası olarak gurur duyduğu günlerdi. Düşündüğünde gerçekten o dönem, Mukan’ın babalık sorumluluğunu üzerine aldığı, aile sahibi olduğu için şükürler ettiği bir dönemdi. Kün Kösem adlı şehirde geçirdikleri üç yıl tatlı bir düş gibi, güzel bir serap gibi gelip geçivermişti.
Mukan’ın eğitimi biter bitmez derhal Almatı’ya dönmeleri hakkında yazılmış bir mektup aldılar. Sınavlarını erkenden veren kocası hızla yolculuk için hazırlandı. Bu şehirde üç kişilerdi, şimdi ise Almatı’ya dört kişi dönüyorlardı. Burada edindikleri bilgi görgü azımsanamazdı. Düşünce dünyaları da genişlemişti. Bu şehir onların üzerinde büyük tesir bırakmıştı. Mukan’ın burada edindiği bilime gelince, o burada kendisini çok geliştirmişti, âdeta hazine içine düşmüştü ve buradan elinden geldiğinin en iyisi yaparak faydalanmıştı. Bunlar kadar büyük bir kazanımla dönen yok gibiydi. Kocası tuttuğunu koparırdı, tam anlamıyla donanımlı bir genç olarak dönmüştü. Hangi iş olursa olsun alnının akıyla üstesinden gelirdi. Gönülleri inanç ve ümit ile doluydu.
Almatı’ya gelip trenden indiklerinde sabah saatleriydi. Şehri yumuşacık