Kırgızların bu topraklara önceden olduğu gibi serbestçe girememelerinden bu yana çok zaman geçmişti? Ruslara boyun eğilen zamanda Şabdanlar ve Balbaylar, Komiser’in sözünü dinlemeden Kalmuklara gidip at sürüsünü sürüp getirdiğini duymuşlardı. Buraya atlı olanlar hala gelebiliyordu. Kudayan Boyu’ndan Narboto buradan çok geçmişti. Bu toprakları ve at sürüsünü sürüp götürmenin yollarını en iyi bilen de oydu.
Önde gitmekte olan Narboto geçidi geçmek üzereyken sıra halinde at sürmekte olan barımtaçılara kamçısını kaldırdı: “Çin sınırını geçeceğiz.” diye işaret etti. Barımtaçılar atın boynuna doğru eğildiler. Büyükleri takip eden gençler de başlarını eğerek, eyerin başına yapıştılar.
Sınırda Çin’in askerinin durup, geçip gidenleri kayıt ettiğini ve nedensiz atla gezenleri hapsettiğini duymuşlardı. Barımtaçılar, bekçisi daha az olan taraf diye bu yolu seçmişlerdi, atın boynuna doğru eğilerek geçitten geçmeye devam ettiler.
Yamaçta atlarını sürerek, yolda iz bıraktılar. Bu topraklar onlara yabancı gelmiyordu. Hafif sisle örtülen ay ışığında çevrede gözle görülebilen sadece dağlardı. Sadece “Çin” denilen isim olmasaydı, tepenin bu yanında kendilerinin göç ettikleri meskenler, yaşadıkları yaylalar gibi geniş değil miydi? Tövbe, “Çin” dendiğinde dağı geçer geçmez kuru step, serçenin çamur yuvası, ondan sonra da kapalı kaleler, belki altı yedi şehrin ucu bucağı görünür diye düşünmüşlerdi. “Sınırı geçtik.” diyen olmasa, Bugu Kırgızları’nın sınırına kadar en iyi göç edilebilecek yerdi burası diye düşündüler. Uzun, geniş Kerme Dağ, uçsuz bucaksız uzanıyormuş gibi görünüyordu. Atın karnına kadar uzayan otları olan güzel bir otlak burası, dinlenmek için güzel bir yer diye düşündüler. Yavaşça yükseliyorlardı, “Bu çukur vadiler bizim Betegelüü Çongtaş’ın ta kendisi değil mi?” diyorlardı.
–Betegelüü Çongtaş en güzel yerdir! dedi Narboto.
–Sınırı belirlerken yamacın bu tarafını Çin, diğer tarafını da Çar’ın toprakları diye ayırmışlar, dedi Kırgızların biri.
–Çok eskiden İle’ye kadarki toprakların hepsi Kırgızlarınmış, diye konuştu atının yürüyüşünden şikâyet ederek gelen delikanlı bilmişce davranarak, buralar Sarıbagış Boyu’nun yerleriymiş dedi.
Bunu duyan diğerleri ise “Öyle miymiş?” diye şaşırarak inandılar. Kaybolmakta olan yıldızlara bakarak şafağın sökmeye başladığını anlayan barımtaçılar, dikkatle giderek kısrak sağım vaktinde dağın eteğine indiler. Yabancı birisine takılmadan, geçidi tahmin ettiklerinden daha erken geçtikleri için rahatlayarak “Oh!” dediler. “Şimdi eğer Allah yardım eder de at sürüsünün olduğu otlağı bulursak, çok şanslıyız.” diye yollarına ilk çıkan at sürüsünü sürüp götürmeye hazırlandılar.
Narboto barımtaçıları çam ağaçlı vadiye doğru getirip, güzel otlaklı bir yer bularak durdu. “Atınızı otlatın!” dedi. Delikanlılar atlarının eyer kayışlarını boşaltmadan, kösteklerini çıkartmadan otlatmaya başladılar. “Şimdi Narboto ne diyecek?” diye bekliyorlardı. Atının yürüyüşünden şikâyet eden delikanlı:
–Deve derisinden karkıtlarınızda bir şey kaldı mı? dedi. Acıkmış görünüyordu. Kımız koyulmuş boşalmış olan el tulumları, eyerin terkisinde asılıydı. Kımızın sonuncusunu Narboto’nun atının terkisinde asılı duran büyük tulumdan içmişlerdi. Gençler ses çıkarmadan büyüklere baktılar, büyükler de karkıtlarını karıştırdılar. Yiyecekleri azalmıştı. Bozulmayacak yiyecekler koyulan karkıtların son molalarında kımız koyulan tulumlar gibi boş olduğunu bilseler de karıştırdılar. Tok tutan yiyeceklerden azıcık bir şey kalmıştı, karıştırılan karkıtlarından çıkan et avuç doldurmuyordu. Bu eti azar azar bölüşüp yediler. Ona razı olmayan az önceki delikanlı dağın bağrını oyarak çıkıp güçlü akan soğuk suyla karkıtını yarısına kadar doldurarak dibinde kalanları o suya karıştırıp yutuverdi. Buzların arasından akan soğuk su başına vuran delikanlı “Oh!” diye alnını sıvazladı. Onun burnuna karkıtın kokusu her daim geliyordu. Yarı canlı zayıf atın, un helvasıyla karıştırılmış yağlı eti ve deve etinin kokusu geliyordu.
–Diş sızlatan suyu içti! diye arkadaşları onun yaptığını kınadılar.
Göğe bakarak şafağın sökmeye başladığını tahmin eden Narboto:
–Yılkı sürüsüne gece saldırılır, geceye kadar derede saklansak olur mu? diye sordu.
–Saldıracağız! dedi yiğitler. Bir gün daha akşama kadar beklerlerse karınları acıkıp, güçlerinin kalmayacağını düşündüler, şu an saldırmaları gerektiğini söylediler.
–Dereye saklanacak kadar porsuk muyuz biz? Bakalım, arayalım yakın yerlerde bir sürü bulursak sürüp getirelim. Nöbetçi askerler yoktu! Onlar yokken sürüyü bu dağdan geçiremeyecek kadar gücümüz yok mu yani? dediler.
“Güvenilir yiğitler böyle söylüyorsa, tamamdır” diye Narboto bu teklifi kabul etti. Biraz dinlendikten sonra:
–O zaman hadi atınıza binin! Şafak sökmeden harekete geçelim! dedi.
Dağ yamacına tırmanmaya başladılar. Atlarını sürerek Kalmukların yılkı sürüsünün bulunduğu otlağa geldiler. Günün aydınlanmasıyla otlağa iyice baktılar. Canlarını dişlerine takarak aradıkları ganimetler, kar gibi çiylere bürünen otlakta yayılıyorlardı. “Çin mandası ya da sığır sürüsü olmasın sakın?” diye iyice baktılar. Hayır, yılkı sürüsü olduğunu anlamışlardı. “Yanılmamışız!” dediler. Hatta bu sürü sınırdan geçtikleri geçide de yakındı. “Bu geçidi geçirirsek, kalabalığın olmadığı bir yer bularak saklarız. Böylece gündüz saklanıp gece sürüyü sürüp götürürüz” diye düşündüler.
Gençleri beraberlerinde götürmenin tehlikeli olabileceğini düşündüklerinden onları dönemeçte bıraktılar. Onlara “Buradan bize katılacaksınız, ses çıkarmadan dikkatlice durun!” diye tembih ettiler. Gençler de “At sürüsünün ayak sesleri ne zaman duyulacak?” diye beklemeye başladılar.
Büyükler yüksek tepelerin arasında gözden kayboldular. Dağın kat kat yamaçlarının arasından, yaklaşıp sürüye iyice baktılar. Kalmukların yılkı sürüsü gün ışığında göze çok güzel göründü. Atların boyunları kalın, kaburgaları et bağlamıştı. Ne kadar da semizlerdi! Allah’tan kulunu yokmuş, yavrusuz at sürüsüymüş “Sürmesi kolaydır.” diye sevindiler. Süt veren at sürüsünü sürmek zordur, süt emen tay atın yanından ayrılmaz, ortada aygır da dolaşarak sürüyü korur, dişlemeye çalışarak işlerini zorlaştırırdı. “Şimdi bu sürüyü sürmeye başlasak, geçidi geçiririz” diye düşündüler.
At çobanı Kalmuklar, “Şafak ağarana kadar baktık, şafak ağarmak üzere, şimdi eve gidelim.” diye gitmişler midir yoksa bir oyuğa girip dinleniyorlar mıdır acaba? Sürünün yakınlarında kimse gözükmüyordu. Sadece çok uzaktaki derede Kalmukların köpeğinin havladığı duyuluyordu. Tepelerin arasında bir Kalmuk köyü yer almaktaydı.
Yiğitler ses çıkartmadan yaklaşarak ufak sürüler halinde otlamakta olan atların arasına girdiler. İlk başta, atların arasında belli olmayalım diye eğilerek eyerlerine yapışıp kamçılarını dişleyerek üzengideki ayaklarıyla atlarının sağrılarına hızlı hızlı vurarak, sessizce otlamakta olan büyük sürünün içerisinden sürüp götüreceklerini ayırdılar. Sürüyü yönlendirip kendilerine doğru çektiler ve sürüyü aygırla birlikte ayırdılar. Sonra