–Koy bakalım.
–Dayı, işimizi bitirip sonra içsek!
–Yooo, gençsin böyle şeyleri bilmezsin. Saçlarımın sayısı kadar mezar açmışım – gayriihtiyari olarak dazlak kafasını sıvazladı- cesedi halletmeden önce kafayı iyice çekmelisin.
–Dayı, mezardan çok mu ceset çıkardın?
–Bir sürü… İyi, haydi şerefe. Ölülere rahmet, kalanlara can sağlığı. Canımız başımız sağ olsun.
Akşamın karanlığı çöküyordu.
Nasrullah, cebinden daha önce büktüğü bir sigarayı çıkarıp kibritle tutuşturdu ve bir nefes çekip Fazıl’a uzattı.
–Al bir nefes de sen çek.
–Neden?
–Çünkü gerekli.
Fazıl bir nefes çekip;
–Esrar mı?
–Evet, votka ile esrarın keyfi müthiştir, bilmiyor muydun yoksa?
Fazıl bir nefes de alıp öksürmeğe başladı.
–Ver bakalım, senin için bu kadar yeter.
–Dayı, bitirecek miyiz?
–Bitireceğiz de, öteye de geçeceğiz. Çapık saat dokuzda gelecek, tam iki saatimiz var, elbette bitiririz.
–Dayı, Allah hakkı için anlayamıyorum, bu ceset Çapık’ın nesine gerek?
–Gökçaylı mısın?
–Nereden anladın?
–Gökçaylılar yemin ederken “Allah hakkı için” diyorlar da. Komşumuz da Gökçaylı idi.
–Annem Gökçaylı, babam Bakü’lü.
–Yaşıyorlar mı?
–Hııı.
–Allah uzun ömür versin.
–Dayı, bu cesedin Çapık için neden gerekli olduğunu söylemedin ama bu onun neyine gerek?
–Onu yalnızca Allah bilir. Estağfurullah. Bir de Çapık’ın kendinden başka kimse bilemez. Dök bakalım. Albinos ne demek duydun mu?
–Hayır, kim ki, İngiliz mi?
–Kara cahilin biri işte… Albinos bizim dilimizde akçıl demektir, onların her tarafı bembeyaz oluyor, saçları sakalları bile.
–Olsun, ne var bunda?
–Japon bilim adamları böyle insanların tüylerinin de, kemiklerinin de birçok derdin dermanı olduğunu bulmuşlar. Öyleleri öldüklerinde akrabalarıyla konuşup anlaşıyor, ölülerini önce saygıyla gömüyorlar, sonra da gizlice mezardan çıkarıp dışarıya satıyorlar…
Fazıl ağzı açık bir şekilde aval aval bakakalmıştı.
–Bak hele, dünyada neler varmış be, şeytanın bile aklına gelmez. Yani sen Çapık’ın da Japonlarla birlik olduğunu mu söylüyorsun!
Nasrullah kafasını salladı;
–Onu diyemem, bana rapor falan vermemiş be… Falancayı mezardan çıkar, paranı da al der. O kadar. Bu cesedi ne yapacak kendi bilir, bana ne?!
Bardağı kaldırıp içmek için söylenmeğe başladı;
–Ölüp mezarda da rahat yatmak o kadar kolay değil koçum. Hadi, ölüp gittikten sonra kimselerin bizi rahatsız etmemesine içelim…
İçtiler.
Alaca karanlık etrafı hazin bir renge bürüyor, mezar taşlarının kara siluetleri açıkça seçiliyordu.
Nasrullah aşağılarda bir yeri gösterip sordu;
–Oranın neresi olduğunu biliyor musun?
–Dayı, göldür işte.
–Öylesine bir göl falan değil aslanım… Kanlı Göl’dür. Ona neden Kanlı Göl diyorlar biliyor musun?
–Yooo, nerden bileceğim.
–Bin dokuz yüz otuzlu yıllarda GPU polisleri insanları kurşunlayıp bu göle atıyormuş.
–GPU dediğin de kim dayı, o da Japon mu?
–Çoşka10 ki, çoşka… Yahu sen acayip biriymişsin be… GPU’nun ne olduğunu bilmiyor musun? ÇEKA, NKVD…
Fazıl aval aval ona bakıyordu.
–Gagaş, kırılma ama zırcahilmişsin be… Gizli polis teşkilatı demiyorlar mı? O vakitler bu adla anılıyormuş işte. Et Ağa’nın11 ceddine yemin olsun ki, kan dökmekten haz duyuyorlarmış. Kurşunları bittiğinde kurbanlarının ellerini, kollarını bağlayarak boyunlarına taş bağlayıp göle atıyorlarmış.
–Vay anasını…
Nasrullah bir nefes çekti.
–Evet delikanlı, böylesi zamanlar da olmuş… Bu günümüze şükürler olsun.
–Peki, sen bunları nereden biliyorsun?
–Babam anlatırdı.
–Baban da mezarcı mı olmuş?
–Babam da, dedem de. Bütün ecdadımız binlerce yıl bu mezarlıkta ömür çürütmüş. Dedem mollalık da yapıyormuş ancak Sovyet döneminde korkusundan mollalığı bırakarak mezarcı olmuş. Bazen gizlice Yasin suresini okurdu. Güzel sesi vardı. Dök bakalım şu ateş suyundan.
–Yetmez mi? Ben araba kullanacağım, cesedi götüreceğim.
–Endişelenme, nasıl gerekiyorsa öyle de götüreceksin, hem de Çapık’ın tam söylediği yere.
–Diğer cesetleri de Çapık’ın siparişi ile mi söküp çıkardın?
–Hayır, her birinin siparişçisi vardı. Hey Gagaş, bildiklerimi, gördüklerimi söylersem tüylerin diken diken olur.
Votkayı alıp kafasına diktikten sonra sigarasından derin bir nefes çekti.
–Söylersem inanmayacaksın. Her Cuma günü cinler bu Kanlı gölün kenarında öylesi bir şamata düzenliyorlar ki, anlatamam.
Fazıl ağzını açmış hayretle bakakalmıştı:
–Ne yapıyorlar ki?
–Ne yapacaklar, çalıp çağırıyorlar. Çalıp söyledikleri de bizim buraların havasına hiç mi hiç benzemiyor. Bir iki defa beni de davet ettiler, gitmedim. Bir defasında uzaktan seyrederek neler yaptıklarını görmek istedim. Büyük bir hengâmeydi, tasvir edemiyorum.. Amaaan bana ne.. Gitmedim, onların toplantısında ne işim var, hükümete ispiyonlayıp işimden mi kovdursunlar…
Fazıl’ın gözleri fal taşı gibi açılmış yerinden fırlayacakmış gibi olmuştu, kafası da git gide dumanlanıyordu. Diğer taraftan zamanın akıp geçtiğini, birazdan Çapık’ın geleceğini ve söylediğini yapmadıklarını görüp kazanacağı paradan olacağını düşünüyordu. Pek de kati olmayan bir lisanla söylendi;
–Dayı, artık mezarı açsak mı?
–Neden acele ediyorsun be, cesedin oradan kaçıp gideceğini mi düşünüyorsun?
–Yooo, hayır, Çapık gelesiye kadar işimizi bitirelim diyorum, mezarı onun yanında açmayalım dedi ya.
–Peki, senin dediğin olsun, bunu da içip işimize başlayalım. Hadi kaldır, ölülerin sağlığına. Ekmek paramızı onlardan çıkarıyoruz…
Fazıl’ın kafası tamamen dumanlanmıştı, gözleri akıp akıp gidiyordu… Nasrullah