Kabaklı’nın bu sözlerinden kuvvet alarak, bugün şiirleri yaşayan ve şiirleri ezbere bilinen diğer çilekeş şairlerin akıbetini de hatırlatmak gerekir. Nef’i’nin başını kesmişler, Pir Sultan’ı darağacına çekmişler, Azerbaycan şairi Molla Penah Vagif’i de kayalardan atıp katletmişler…
Ahmet Kabaklı’ya göre, 1917 yılında, dünyanın başına kâbus gibi çöken ve sonunda kendi kendini yiyip bitiren komünizmle beraber, komünizm mücadeleleri ve kavgaları da sona ermiştir. Kabaklı, “Nazım Hikmet’in şiirlerinin en üstünleri hakkında bile, onun çağdaşı şairler hiçbir hüküm vermemiş, sadece övmüş ya da aşağılamışlardır. Ben gelecek nesillerin bizi ayıplamasını istemiyorum,” der.
Türkiye, tarih boyunca olduğu gibi XX. yüzyılda da dünyaya birçok değerli insanlar bahşetmiştir. Büyük siyasetçiler, askerler, şairler, yazarlar, ressamlar, sanat ve ilim adamları… Ama XX. yüzyıl dünyasında Türkiye’yi iki büyük şahsiyetle tanıyorlar: Mustafa Kemal Atatürk ve Nazım Hikmet…
Atatürk’ün Nazım’a özel bir ilgisi olduğu birçok kişi tarafından rivayet ediliyor. Atatürk, Nazım’ın şiirlerini bilir ve severmiş. Falih Rıfkı Atay’ın anlattığına göre Kemal Paşa, Nazım’ın kendi sesiyle şiir okuduğu plaklardan, onun “Bahr-i Hazar” ve “Salkım Söğüt” şiirlerini zaman zaman dinler, dinledikçe de dalar gidermiş.
Hikmet Akgül, “Nazım Hikmet – Siyasi Biyografi” adlı kitabında anlatıyor:
“Atatürk, yakın dostu Ali Fuat Cebesoy’u (Nazımların ‘Paşa Dayı’ dedikleri akrabasıdır) uyarır, hatta: ‘Etrafında bulunan adamlar, çocuğu (genç Nazım’ı) kendi siyasi menfaatlerine alet etmek istiyorlar,’ der. Cebesoy’a göre, Mustafa Kemal, Nazım hakkında, ‘Ben onu tanıyorum, yiğit gençtir o, askerlerin arasında onun yazılarına benzer yazılar yazıp dağıtmışlar, başını yakmak istiyorlar çocuğun, hepsinden haberim var,” demiş.
Nazım Hikmet, 61 yıllık ömrünün 44 yılını Türkiye’de, bu 44 yılın 15’ini de İstanbul, Ankara, Bursa ve Çankırı hapishanelerinde geçirmiştir. Birçok Türk şairi ve yazarı, Nazım’dan yaşça büyük çağdaşları yahut kendi akranları uzun yıllar Avrupa ülkelerinin başkentlerinde yaşamış, oralarda eğitim görmüş, çalışma imkânı bulmuş, hatta o başkentlerde büyükelçilik görevlerinde bulunmuşlardır. Ama hiçbiri de ömrü mahpuslarda geçmiş Nazım Hikmet kadar tanınmamıştır. Düşmanları, Nazım’ın bu şöhrete hapishanedeyken açlık grevine gitmesiyle ulaştığını söylüyorlar. Gerçekten de şair hapishanede açlık grevi ilan ettiğinde ve ölüm tehlikesi ile yüz yüze geldiğinde, onu ilk müdafaa eden Fransız toplumu olmuş, ardından da diğer ülkelerin insanları Nazım’ı savunmuştur. Ama Nazım, eğer bu olaydan önce kendini dünyaya tanıtmamış olsaydı, dış ülkelerdeki insanların sesi bu kadar yüksek çıkabilir miydi? Yoksa her açlık grevi yapanı dünyada büyük şair mi ilan ediyorlar yahut hapisten çıktıktan sonra da onun eserlerini döne döne başka dillere çevirip yayımlıyorlar mı?
Nazım Hikmet şöyle diyor:
“Şiirimin kökü yurdumun topraklarındadır. Ama dallarımla bütün topraklarda, doğuda, batıda, güneyde, kuzeyde uçsuz bucaksız yayılan bütün topraklarda, o topraklar üstünde kurulmuş medeniyetlere, bütün dünyamıza uzanmak istedim. Yalnız kendi edebiyatımızın değil, Doğu ve Batı edebiyatının bütün ustalarını tanıdım.”
Nazım’ın önüne koyduğu bu amacına ulaştığını, onun bir sanatçı olarak dünyaya yayılan şöhreti teyit ediyor. Elbette Nazım ilk önce bir Türk şairidir, ama aynı zamanda bir dünya şairidir. Nazım hakkında İngilizce yazılıp Londra’da yayımlanan “Romantik Komünist” adlı kitabın yazarları Semiha Göksu ve Edward Timms haklıdırlar:
“İngiliz şair Shakespeare ne kadar İngiltere’nin ise ya da İspanyol şair Lorca ne kadar İspanya’nın ise, Türk şair Nazım Hikmet de o kadar Türkiye’nindir.”
2002 yılının Ocak ayında, “Dünya Nazım Hikmet’in 100. Doğum Yıldönümü” etkinlikleri yapılırken ben de Türkiye’deydim. İstanbul’da üç bin kişilik Atatürk Kültür Merkezinde, bütün salonu dolduran insanlardan -özellikle gençler- başka, balkonlarda bile saatlerce ayakta duranları (ben de geciktiğim için ayakta kalanlardandım); sahnede Genco Erkal, Zülfü Livaneli ve diğer usta sanatçıların seslendirdiği Nazım şiirlerini ezbere tekrar eden insanları gördüğümde ve şarkılara tüm salonun eşlik etmesine, şiirleri bitip tükenmeyen alkışlarla karşılamasına şahit olduğumda bir daha idrak ettim ki, Türkiye’nin en büyük çağdaş şairini, bu halkın kalbinden çıkarmak isteyenler amaçlarına ulaşamamışlardır.
Tabii ki, Nazım’a düşmanca yaklaşımlar öncelikle onun siyasi düşünceleri ile alakalıdır. Ama bu konuda birçok sohbetten sonra ulaştığım bir kanaat var. Bu kanaatimde yanılıyor olabilirim. “Nazım komünist olmasaydı ve memleketinden kaçmasaydı bile, kendi ifadesiyle dersek onun ‘kanına susamış’ düşmanları, şaire nefret beslemek için mutlaka başka bir sebep bulacaklardı. Bu nefretin, edebiyat dünyasında ve yazı hayatında yer alan açık örnekleri, Nazım Türkiye’den kaçmadan çok çok önceleri su yüzüne çıkmıştır.”
Nazım, çevresindekilerden çok farklı ve çok üstün bir insandı. Öyle üstünlükleri ve çekici yönleri vardı ki, ona karşı nefret de toplu bir karakter taşıyordu. Ondan nefret edenler, nefretleri için çok çeşitli bahaneler (aslında yanılgılar) bulsalar da bunun mayasında esas itibarıyla çekememezlik ve kıskançlık vardı. O komünist olmasaydı, memleketten kaçmasaydı başka kusurlarını bulacaklardı. Ve başka kusurlar buldular, hâlâ da buluyorlar. Mesela, neden böyle dürüst, neden böyle şık giyiniyor gibi… Soyunu, şeceresini kurcalayacaklardı. Güya bilmem hangi büyük dedesi Türk değildir, Nazım’ı da Türk saymak yanlıştır… Başka bir kusur: Niye karısına sadık kalmadı? Bir başkası: Niye saçları dağınık, taranmamış… Yeter ki iste, bahane bulmak o kadar kolay ki!
Nazım zahiren öyle boylu poslu, yakışıklı bir erkek olmasaydı; topal, şaşı, kel-kötürüm olsaydı yahut öyle yakışıklı olmadan da kadınların dikkatini çekseydi, izah olunmaz kadın mantığına göre bu da mümkündür, yahut bu sahip olduklarına nazaran zayıf bir şair olsaydı ya da yetenekli bir şair olsa bile hak ettiği şöhreti bütün dünyaya yayılmasaydı -en çok da bunu kıskanıyorlardı- şüphesiz ondan nefret edenler de olmazdı. Bütün bu özellikler, mucizevî şekilde bir kişide toplandığı için, onu değişik sebeplerden dolayı kıskananlar, ne yazık ki, kendi gözlerinde ve vicdanlarında aklanmak, beraat etmek için Nazım’a sadece siyasi görüşlerinden dolayı nefret beslediklerini söylüyorlar. Şüphesiz, sadece siyasi görüşlerinden dolayı samimi şekilde karşı çıkanlar da var. Ancak bana öyle geliyor ki, “onun kanına susamışların” bir kısmı, ideolojik ihtilaflarından, mefkûre çatışmalarından daha çok, şahsi haset ve çekemezliklerinin esiriydiler. Belki kendileri de bunun farkına varamıyorlardı. Moskova’da, Nazım’ı Sovyet IKP Merkez Komitesine ihbar eden Türk komünisti de şairlik iddiasındaydı, Nazım’a vatandaşlık hakkının geri verilmesine itiraz eden milliyetçi şair de şiir yazıyordu.
Ama bütün bunlara rağmen şüphesiz Nazım Hikmet, benim bu düşüncelerime rıza göstermezdi. Çünkü gerçekten de şairlik iddiasında olmayan ve yüzünü bile görmediği; dünyanın değişik kıtalarında yaşayan düşmanları da vardı.
“Çin’den İspanya’ya kadar Ümit Burnu’ndan Alaska’ya kadar
Her mil denizde, her kilometrede dostum var, düşmanım var.
Dostlar