Göllerköy Çeşmeleri
GÖLLERKÖY ÇEŞMELERİ
Eh Deliorman, Deliorman! Dağını ve taşını yeşile bürüyen nice güzel baharların da oluyor, insan boyu kar yığan kışların da! İp gibi uzayıp giden yolların da var, bir zamanlar yolcuların kayboldukları ve aylarca içinden çıkamadıkları ormanların da! Yazın bir kaşık su vermeyen ırmakların da var, kışın insan geçirmeyen derelerin de! Kızılcık gibi iri buğday doğuran toprakların da var, ambar gibi geniş yürekli, milleti, dili ve dini için hayatını feda eden oğulların da! Sokakta kalmış olan her kimseyi sevine sevine evine misafir eden insanların da var, buz gibi soğuk suyu olan çeşmelerin de! Hele o çeşmelerin!
BİRİNCİ BÖLÜM
-1-
Başkentten hayli uzakta, Deliormanın ta göbeğinde bulunan ve bugüne kadar ayak basmayi bırakın, adını bile işitmediği bir köye gitmesi gerekiyordu. Şafak sökmeye başlar başlamaz yola çıktı. Otomobili devamlı yüksek süratte tutuyor ve trafik yoğunlaşmazdan ve yaz sıcağı etrafı kasıp kavurmaya başlamazdan önce yolun daha büyük kısmını katedebilmeye çalışıyordu.
Başardı da. Güneş doğmazdan önce Ruse kentini arkada bıraktığında sonu görünmeyen bir düzlük serildi önüne. Etrafı büyük bir zevkle seyrederken güneş çok uzaklarda, yerin nerede bittiğini, göğün nerede başladığını fark edemediği bir yerde belirdi ve “Hoş geldin Deliormana!” der gibi ışınlarını ona doğru uzattı. Bu diyarı terennüm eden şarkının “Deliormandan gece geçtim, karlı buzlu sular içtim!” diyen beyti takıldı diline ve alçak sesle kimbilir kaç defa tekrarlayıp durdu onu.
Otomobili hep öyle maharetle sürürken ve dilinden düşmeyen o beyti tekrarlayıp dururken “Göllerköy 1 km sağda!” diyen bir levha dikildi karşısına. Hemen o tarafa kırdı. İki dakika sonra köy ortasında dört sokağın birleştiği bir alandaydı. Durdu ve etrafı gözleriyle süzdü. Tek bir kimse bari olsaydı görünürlerde! Yanı başındaki salkım söğütün gölgesinde iki köpek ve bir kedi yatıyordu. Yanlarına bir köpek daha geldi ve ona dikkat ayırmadan kendi bildikleri bir oyuna başladılar.
“İşine giden gitmiş, köy kedilerle köpeklere kalmış!” diye geçirdi aklından.
Karşı tarafta kapısı açık ve duvarında iri harflerle “KAHVEHANE” diye yazılı bir levha takıldı gözüne. Taraçasında bir masa, iki-üç sandalye ve şemsiyeye benzeyen büyücek bir gölgelik vardı. Otomobili salkım söğütün gölgesine değiştirdi, birkaç günden beri yanında gezdirdiği gazeteyi koltuğuna kıstırdı ve oraya gitti.
Ardına kadar açık olan kapıdan içeriye bir göz attı, fakat kimseyi göremedi. Tam geri dönüyordu ki, alaca karanlık içindeki tezgâh tarafından bir ses geldi:
“Bir şey mi arzu ediyorsunuz?”
Sesin geldiği tarafa doğru bakarak cevap verdi:
“Bir kahve isteyecektim.”
“Taraçaya oturun. İki dakika sonra geliyorum!”
Gölgeliğin altına oturdu ve derin derin göğüs geçirdi. Yaz sıcaklarının hüküm sürdüğü bu günlerde bu ıssız ve yabancı köyde değil, deniz boyunda olmalıydı!
Kahveci iki kahveyle geldi, karşısındaki sandalyeye yerleşti ve heyecan dolu sesle konuştu:
“Hoş geldiniz! Bunca yıldan sonra tekrar birlikte kahve içmemiz nasip oldu yani!”
Karşısındakinin çehresine dikkatle baktı, fakat tanıdık tek bir iz göremedi. Nerede ve ne zaman karşılaştıklarını tam soracaktı ki köyün alt tarafından gelen sokağın başında göklere kadar gürültü kaldıran büyük ve eski bir yük kamyonu belirdi. Sustu ve yerleri titreten kamyon yanlarından geçip gerektiği kadar uzaklaşmasını bekledi. Kamyonun arkasından bakıp kalan kahveci ondan önce davranarak konuştu:
“Bizim Bostancı kamyonu yine tıka basa doldurmuş ve yine uzak yola çekilmiş. Bu adam hakikaten de dur otur ne demek bilmiyor… E-e? Ne zaman ve nerede karşılaştığımızı hep daha hatırlayamadınız mı?”
“Hatırlayamadım.”
“Beş yıl öncesi köyümüze ilk defa ayak bastığınızda tarım kooperatifi bunca yıldan beri nasıl oluyor da ayakta durabiliyor? sorusunun cevabını arayordunuz.”
Bir şey demedi. Öteki sormaya devam etti:
“Yedi Gün gazetesinde çalışıyorsunuz değil mi?”
“Ben gazeteci değilim.”
Kahveci bu defa gücenik bir sesle konuştu:
“Bugünkü gibi hatırlıyorum. Kentten gelen otobüsten indiniğinizde ben durakta dikiliyordum. Yanıma geldiniz ve tarım kooperatifi başkanını nasıl bulabileceğinizi sordunuz.”
“Sonra ne oldu?”
“Ben de sizi aradığınız kimsenin yanına götürdüm.”
“Siz o zaman kendinizi öğretmen diye takdim etmediniz mi?“
“Tam öyle! Hatırladınız yani! O yıl hakikaten de okulda öğretmendim!”
“Öğretmenlik çok iyi meslek. Niçin terk ettiniz?”
Kahveci bıyık altından gülümsedi ve gururla konuştu:
“Ben lise tahsilliyim. O yıl beden terbiyesi öğretmeni hastanelik oldu ve okulun müdürü beni onun yerine beş altı ay için işe davet etti. Benim elimden gelmeyen hiçbir şey yok! Nerelerde çalışmadım! İtfaiyeci de oldum, otomobil tamircisi de. Traktör de sürdüm, veznedarlık da yaptım. İki yaz deniz boyunda acemi yüzücüleri boğulmaktan kurtarma işiyle bile meşgul oldum. Hattâ muhtarlıkta kalemci de oldum ve köy muhtarı kurslara gittiğinde üç ay onun sandalyesinde de oturdum!.. Oraya buraya atılırken bir emeklilik cüzdanı doldurdum ve ikincisine başladım. Emekliye ayrılma günü gelene kadar üçüncüsünü de çalıma getiririm inşallah… Burada her şeyi bana soracaksınız! Bu köyde olan biten hadiselerin hiçbiri benden gizli kalamaz!”
“Bu işi en iyi berberler beceriyorlarmış diye işittiğim var.”
“O-hoo, berberlik de yaptım! Fakat o işte artık ekmek kalmadı. Herkes şimdi sakalını kendi kazıyor. Bazı kimseler ise aylarca ne tıraş oluyor, ne de saçını kestiriyor. Senin anlıyacağın, on dokuz yılda yirmi meslek değiştirdim. En nihayet işte şu lokantayı kiraladım ve üç yıldan beri geçimimi bu işle sağlıyorum.”
“Duvarda KAHVEHANE diye yazıyor.”
“O yazı gösteriş için. Sorumlu makamlar kahvehane açmak için daha kolay izin veriyorlar. Benim yanımda kahveden başka her çeşit içki ve mezelik bulunuyor. Karnını doyurmak isteyenlere öyle güzel ızgara yapıyorum ki!”
Muhatabının bayağı konuşkan bir kimse olduğunu artık anlamıştı ve sohbetin yönünü değiştirmeye acele etti:
“Az önce bir bostancıdan söz ettinizdi…”
“Buradan kulakları sağır edici gürültü kaldırarak geçen kamyonuun sürücüsünü mü soruyorsun? Adı üstünde Bostancı! Yani Bostancılar sülalesinin en büyük bostancısı! Gece gündüz durmadan ve hırsla çalışıyor! Dur, otur ne demek bilmiyor. Şehirde yaşıyordu, lakin on yıl öncesi köye döndü, babasından miras kalan ve köyün en uzak semtinde bulunan elli dekar bir tarlayı elma fidanıyla doldurdu. Sonra gitti, boş kalmasın diye fidanların arasını karpuz ve kavunla doldurdu. O zamandan beri bunu her yıl tekrarlayıp duruyor. İtiraf etmem lâzım ki, erken ve bol ürün yetiştiriyor. On yıl içinde karpuz, kavun ve elmadan yaptığı paranın haddi hesabı yok. Evde yalnız kış mevsiminin en soğuk günlerinde kalıyor, fakat o zaman da aylak durmuyor, yaz aylarında kazandığı parayı tekrar tekrar saymakla meşgul oluyor. Bahar yaklaşır yaklaşmaz yine kuduruyor. Kahvehane ve lokanta kapıları nasıl açıldığını bilmez. Hiçbir kimseyle oturup iki söz etmez. Kendisiyle birlikte karısını da esir gibi çalıştırır. Bir oğlu ve bir kızı var, sağ olsunlar, onlar da babalarından göresiye iş kuduzu oldular. Dört yıldan beri Varna kentinde hem yüksek tahsillerine devam ediyorlar hem de kiraladıkları bir mağazada annelerinin ve babalarının yetiştirdikleri ürünü satıyorlar.”
“Çalışkan aile demek istiyorsunuz.”
“Çalışmak