Jarashan kısa bir süre önce küçük ama hızla büyüyen bir şehre geldi; bu şehir, hızlı bir şekilde gelişmek ve sıradan bir Sindirella’dan bir peri masalı prensesine dönüşmek gibi mutlu bir kadere sahipti. Jarashan kendisini burada kısa bir süreliğine yeni acemi olarak hissetmişti, ancak buraya oldukça hızlı bir şekilde adapte olmuş ve kendisini kalabalık ve gürültülü bir bulvardaki bir muhafaz gibi ve aynı zamanda berbat bir sokakta buradaki yaşamın tüm inceliklerinden anlayan birisiymiş gibi gösterebilirdi. Bu şehirden olması gerektiği gibi, felsefi olarak çok şey aldı. Ve kışın ortasında kendisini bu sert topraklarda bulduğundan alışamadığı tek şey, felaket kasırga rüzgarları ve dondurucu soğuklardı. Üstüne üstlük, hava hemen hemen her gün çarpıcı biçimde değişiyordu: bugün – şiddetli bir kar fırtınası, böyle karlı bir kasırga, beyaz ışığın görünmediği gri bir pus, yarın ise – yakıcı bir rüzgarla beraber güçlü bir ayaz. Bu değişken hava, Jarashan’a eksantrik ve saçma bir kadının öngörülemeyen mizacını ya da hırçın ve kötü niyetli yaşlı bir adamın inatçı karakterini hatırlatıyordu. Bundan önce, Jarashan, adapte olamadığı yerel iklimin aşırı tezahürlerini deneyimlemeye dayanamayarak, çaresizlikten neredeyse mesleki ilerleme umutlarından vazgeçip, kışları bu soğuktan farklı olarak hafif ve kısa süreli olan, bereketli güney sıcaklığına, alışılmış yaşam koşullarına geri dönecekti. ‘Sağlık olduktan sonra, gönlüne göre bir iş her zaman bulunur… İnsan hayata iki kez gelmiyor, hayat sadece bir defalık… Ve bu hayatı da çılgın fırtınaları, dayanılmaz ayazları ve şiddetli rüzgarları olan aptalca bir şehirin hakimiyetine vermenin, öldürücü bir girdaba düşmüş zavallı bir balık gibi kendini hissetmenin, ya da korkudan ve çaresizlikten ötürü tir tir titreyen zavallı bir varlık olmanın bir gereği yoktu. Evet, hayat sadece bir defalıktır…’ diye düşünüyordu Jarashan, nihai kararını vermeye hazırken. Sıradan bekar eşyalarını valizine yerleştirmeye artık niyetlenmişti ve rahatlamış olarak ‘ayt – şu’ veda sözünü söylemeye hazırdı… Fakat, ayrı bir daire alma sırasındayken yaşadığı yurt odasına kurnaz ve atılgan genç olan Seribek geldi. Gürültülü, hareketli, girişken, neşeliydi – ölçülü Jarashan’ın tam tersiydi. Her zaman neşeli bir ruh hali içinde olan Seribek, ne Ocak ayının çatırdatan ayazlarına, ne de Şubat ayının kar yağışlarına ve şiddetli kar fırtınalarına en ufak bir ehemmiyet göstermiyordu. Durmadan dalga dalga gelen ve insanın kemiklerine sızan acı verici rüzgarlar bile ona hiç dokunmuyorlardı, sanki onlar yoktular. Seribek bunlara kayıtsızca boş veriyordu: “Ah, bunlar bir şey değil, – diyerek sırıtıyordu. “Buna kızmamalısın, çünkü sadece bir kez yaşıyorsun, sevgili agay.” Seribek’in ara sıra tekrarladığı bu deyim, Jarashan’ın “sadece bir hayat var” düşüncesiyle örtüşüyordu. Bu kutsal sonuca sadece farklı kavramlar koymuşlardı. Jarashan, bu “tek hayatı” nerede, nasıl ve kiminle yaşayacağına dair düşüncelerle ızdırap çekerken, cesur genç Seribek, herhangi bir şehirde tam olarak güzel yaşamanın mümkün olacağına inanıyordu. İster çılgın bir kar fırtınası patlasın, buz gibi bir kasırga çıkdın, isterse de gökyüzü yeryüzüne karışsın – bu bizim endişemiz olmamalı, sadece havanın tüm kaprislerine alışmamız ve şunu hatırlamanız gerekiyor: bir kez yaşıyoruz, öyleyse yaşamalı ve sızlanmayı bırakmalı, bahtsız bir hasta olarak kendi ruhunuzu parçalamamalısınız. Ve bu durumda dahi kendinizi dört duvara kilitlemenize gerek yok, günlük hayatı sıkıcı bir rutine indirmenize de gerek yok: iş – ev, ev – iş olarak. Böylelikle de hayatı monoton ve sıkıcı gündelik yaşama dönüştürmeyin. Kendinizi toparlamanız, ızdırap veren düşüncelerinizin üstesinden gelmeniz, çevrenize farklı gözlerle bakmanız, sıradan bir varoluşa yeni, ilginç bir şey getirmeniz, bu hayatta bir tür güzellik ve çekicilik bulmanız gerekiyor. Ve sonra nereye giderseniz gidin, nereye adım atarsanız atın, ayaklarınızın altında taşlı toprak değil, kuğu tüyü gibi yumuşak bir toprak olacaktır.
Böyle ya da bunun gibi bir şey, diye düşündü görkemli yakışıklı Seribek, kasvetli ve suskun komşusunu canlandırmaya çalışarak. Ancak kurnaz konuşmaları şimdiye kadar hedefine ulaşmamışlardı.
Jarashan ne kadar uğraşırsa uğraşsın yine de ruhsal dengesini bulamamış, sakinleşmek için herhangi bir destek bulamamış ve rahat bir nefes alamamıştı. Zihninde, yalnızca bir hayatın olduğu ve ne zaman sona ereceğini yalnızca Tanrı’nın bildiği gibi aynı saplantılı düşünce durmaksızın yankılanıyordu. Ve bu ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin, burada takılıp kalmaya niyeti yoktu, çılgın, dondurucu rüzgarların şiddetle estiği bu sevmediği ve yabancı şehirde ölümünü beklemek istemiyordu. Evet, iş konusu, onun için bir arzu varsa, özellikle de oldukça deneyimli bir uzman için ve bununla birlikte sağlıktan yoksun olmayan, güçlü bir fiziğe sahip birisi için her zaman bulunacaktır. Tek ve değerli hayatınızı güzel, arkadaş canlısı, kalbe yakın, bakımlı, pırıl pırıl temiz, soğuk olmayan verimli bir iklime sahip başka bir şehirde geçirmek için var olan doğal arzuya sahip olmanın neresi günahtı? Ve o, Jarashan, yeryüzünde hiçbir şeyin olmadığı kadar güzel olan kendi memleketinin topraklarına karşı konulamaz bir şekilde dönme arzusundan ötürü suçlu muydu? Ancak bu genç, büyüyen şehir de aynı şekilde, kaotik düşünceler ve belirsiz duygular tarafından boğulmuş Jarashan’ın onu sevememesinden kabahatli değildir. Burada kimse suçlanamaz. Ve hayat gerçekten tektir. Ve bunu nasıl ve ne şekilde yaşayacağını da insanın kendi bileceği iştir. Bu kimseyi ilgilendirmez. öyle değil mi?
Ve yine de… bu kusurlu dünyada, var olan her şeye güvenen, kolay başarının peşinden koşanlara aylak, zor denemelerden kaçınan ve zorluklardan korkanlara korkak ve sızlanan denir. ‘Yaban mersini’ tabirli insanlar ise – ruhen zayıf olanlar ve kendilerini olağandışı koşullarda bulur bulmaz hemen geri çekilip kendine güneşin altında sıcak bir yer aramak için acele edenlerdir.
O gerçekten öyle birisi miydi? Zayıf ve sızlanan, ilk dünyevi rahatsızlıklardan korkan “Yaban mersini” ve bir korkak mı?
Ama gerçek şu ki, sadece bir hayat var. Ve insan, işini layıkıyla ve dürüstçe daha uygun koşullarda yapabilecekken, kendi gücünü test etmek için hangi yüce hedefler adına, deneysel bir tavşan gibi olmanın ne anlamı var? Ne kadar acı çekebilirsin, kendini tüketebilir misin? Bu deneyimlere kararlı bir şekilde son vermenin ve bu şehire ‘elveda’ demenin zamanı gelmedi mi?
Kapıyı çalarak, kaygısız ve neşeli bir şekilde Seribek odaya girdi ve Jarashan’ı kaotik düşüncelerden uzaklaştırdı.
Jarashan gülümsedi, yine kendi yaşam formülünün “Hayat sadece tektir” ile komşusunun en sevdiği deyim “Bir kez yaşıyoruz” sözüyle çakışmasına hayret etmişti. Hatta ona öyle geliyordu ki, her iki ifade de birbirlerine yakındı ve bir ‘ortak dil’ buldukları görülüyordu.
Seribek de Jarashan ile bu meyanda konuşarak akşam sohbetini bu şekilde açmış oldu.
– Siz, agay, lütfen “Bir kere yaşıyoruz” ifademi yanlış anlamayın. Demek istediğim, hayat zaten kısa ve mümkünse tüm çabaların faydalı eylemlere, önemli başarılara yönlendirilmesidir…
‘Boş ver’ diyerek onunla mutabık olduğunu ifade etti Jarashan. – Önemli değil, kardeşim, senden on on beş yaş büyük olmama rağmen ben de sonuçta bu zamana aitim. Yaş yaştır, ama ruhum hala genç. Ve yaşlanmak için acelem de yok. Biz istesek te istemesek te o gelip bizi zaten bulacaktır. Doğanın kanunu böyledir. Ve “Sadece bir kez yaşıyoruz” e gelince, ben de sürekli düşünüyorum bu konu hakkında.
“Ah, beni anlaman harika,” diye memnuniyetle güldü Seribek.