Tüfeğini ağaca dayadı, ayakkabılarını çıkardı, gömle-ğinin düğmelerini çözdü ve hâlının üzerine uzanarak mindere yaslandı. Mendilinin uçlarını düğüm yaparak kafasına şapka yapmış işçilerin orak sesleri geliyordu. Bu sesler tarlanın hışırtısına karışmıştı. İşçiler koşuyordu. Onlar da işlerini çabucak bitirip aldıkları paraları ailelerine, çocuklarına götürmek istiyorlardı. Niftali de tedirgindi. El çoktan yaylaya çıkmıştı ama o, göçünü durdurmuştu. Doğrusu, köyde yalnız kalmaktan çekiniyordu. O kadar çok kanına susayan vardı ki… Onlardan biri de köye sonradan gelen Mürşit’ti. Onun kimlerden olduğunu köyde hiç kimse bilmiyordu. Tek bilinen, çoktan geldiğiydi. Niftali’lerin kapısında, kıyafetleri yamalı, açlıktan hulkumu kalkıp inen, masum bakışlı bir genç boynunu büküp duruyordu. Elinde asa, sırtında eski heybe, başında kılları dökülmüş bir şapka vardı. Soğuktan yüzünün tüyleri diken diken olmuş, dudakları çatlamıştı.
Derin bir kuyunun dibindeki su gibi zorla parlıyordu. Gürültüye dışarı çıktılar, köpeklere bağırdılar, “Kimsin?”, diye kapıdakine seslendiler. Niftali’nin babası kürkünü omuzlarına indirdi, oğlu ile beraber kapıya doğru gitti. Bir yerlerden yolunu şaşırıp gelmiş bu Allah kuluna dikkatle baktı ve buranın insanına benzemediğini anladı. Son zamanlarda bu gibi insanlara sıkça rastlanıyordu. Ya düşmanını öldürdükten sonra buralara kaçarlar ya da bir lokma ekmek için yollara düşerlerdi. Adam gence tepeden tırnağa dikkatle baktıktan sonra “Yok, bu adam birini öldürüp de kaçmışa benzemiyor. Belki de başka sorunu vardır.” diye düşündü. Aslında adam gencin çukura düşmüş gözlerini beğenmemişti. Sanki genç de bunu hissetti, gelmek üzere olduğu bu günlerde geri çevrileceğini anladı ve sesine acındırma hissi katarak:
“Gurbetciyim dayı, hiç kimsem yok.” dedi.
Adam oğlunun yüzüne baktı, Niftali ise gözünü gurbetçinin yırtık ayakkabısından çıkmış parmağına dikti.
“Burayı sana kim gösterdi?”
“ Hiç kimse. Yolu takip ederek geldim. Size yüz tuttum.”
Baba oğuluna, oğul da babasına baktı.
“Adın ne?”
“Mürşit.”
Belgesi, tanığı yoktu. Gurbetçiydi… Doğruyu söyleyip söylemediğini bir tek Allah biliyordu. İşte o günden sonra köy insanları ona kendi aralarında “gurbetçi Mürşit” dediler.
İlk başlarda hayvanlarla uğraştı, sonra tarlayla filan. Niftali’yle arkadaş, kardeş oldular. Babası öldükten sonra Niftali ona toprak da verdi. Yardımlaşarak küçük bir kulübe inşa ettiler, ona bir de at bağışladı. Akraba kızlardan da birini alıp ev bark sahibi oldu.
Gurbetçi Mürşit tezcanlı biriydi. Eline para geçirdikten sonra Tiflis’e, Gence’ye gidip gelmeye başladı. Geçimi filan düzeldi, kendisini toparladı. Niftali birgün Mürşit’in karısını üzdüğünü, haftalarca eve gelmediğini, şehirde keyif yaptığını, çocuklarına bakmadığını duydu. Dayanamadı. Yanına çağırdı. İki, üç gün bekledi ama Mürşit’in sesi soluğu çıkmadı. Birgün yolda birbirlerine rastladılar.
“Neden ortalıkta yoksun?”
“Ne oldu, ortalıkta mı olmam lâzım?”
“Belki bir diyeceğim var?”
“Bana ne diyeceğin olabilir ki?”
“Bu ne saygısızca konuşma tarzı?”
“Niye susayım ki?”
Atlar yerlerinde hareket ettiler. Birbirleriyle karşı karşıya gelerek yerlerinde dönmeye başladılar. Yolun tozu göğe yükseldi.
“Galiba, gözün hiçbir şeyi görmüyor ?! Ne çabuk şımardın?!”
“Saçma sapan konuşma ne söylemek istiyorsan de!”
Niftali öfkesini zar zor bastırdı.
“Bir de, çoluk çocuğa el kaldırdığını duyarsam, seni mahvederim , duydun mu?!
“Sen kim oluyorsun ya?”
“Aşağılık herif, bana cevap mı veriyorsun?!”
Kamçının havada şaklamasıyla Mürşit’in atın ayağının dibine düşmesi bir oldu. At ta sahibi gibi kızarak onu çiğnedi. Muhtarın öfkesi dinmedi. Sıçrayarak yere indi.
Toz toprak içinde kıvranan adamın yakasından tutup yoldan kenara sürükledi. Hançer havada parladı.
“Affet Niftali! Beni öldürme, yavrularıma yazık. N’olur beni çocuklarıma bağışla! Çocuklarının hatırına affet, sevap işlersin.
Muhtarın elleri boşaldı. Mürşit’in kuyunun dibinde parlayan suya benzer gözlerine nefretle bakarak onu bıraktı.
“Evdekilere kurban ol.”
Mürşit sessizce ayağa kalktı. Üzerindeki tozu temizledi, sessizce eyerden tutarak ata tırmandı. Yavaşça köye doğru gitti ve birden geri döndü.
“Alacağın olsun muhtar efendi, bunun intikamını senden almazsam adam değilim.” Niftali kendine gelene kadar bağırdı. “Bana ittiğin karıyı da gelip alabilirsin!”
Muhtar atına binip tüfeğini çevirene kadar, tozlu yolda gözden kayboldu. Ertesi gün de evden çıkıp gittiğini duydu…
Niftali, muhtar olduktan sonra ister istemez sorunlar oluyordu. Polisten filan ne kadar uzak kalmak istese de illaki buluyor, hesap soruyorlardı. Hesap sorma gerekçeleriyse, “Falanca hırsızı neden bulmadın, filan ahlaksıza niye iş vermişler? Niye Kaçak Kerem’in Kür’den geçip yaylaya gitmesine izin verdin?” gibi şeyler oluyordu. Söylemesi kolaydı. Ama böyle şeyler için insanlarla ters düşmenin ne anlamı vardı? Görev tuhaf şeydi. Tasmaydı sanki. Boynuna geçirmeye gör. Boynuna geçirdin mi, dayanman gerekti, dayanamıyorsan da herkesi kendinle beraber sürüklememeliydin.
Hava çok sıcaktı. Tarlalardan gelen sıcak, fırın alevi gibi hava gri tepeleri aşıp köyün üzerine yayılıyor, oradan da suyu parlayan Kür’ün üzerinden geçip Garayazı ormanının ağaçlarını yakıyordu. Niftali’nin gölgesinde uzandığı ağaçların gövdesine yapışmış sivrisinekler birbirinin arkasından öyle sesler çıkarıyorlardı ki, insanın kulağı gürlüyordu. Sıcak ve sivrisineklerin çıkardığı ses Niftali’yi nefessiz bırakmıştı. Ayaklarını suya daldırıp serinlemek ve göğsünü, başını yıkayıp biraz dinlenmek istedi. Sonra kalktı, gömleğini çıkardı, çeşmeye yaklaşarak eğilip oturdu. Elini suya uzattı. Kür tarafından, mezarlığın yanından tepeye çıkılan tozlu topraklı yoldan gelen atlıları görmedi. Sivrisineklerin sesi beyninde gürlediği için atların ayak seslerini duymadı. Bir tek, kurşunun değdiğini sırtının yandığnı hissetti. Elini sudan çekip doğrularak dönüp baktı.
Atlılardan birinin atını şaha kaldırdığını, geri dönüp birine bağırdığını, kamçıyı şaklattığını gördü.
“Namert, şerefsiz!”
Daha fazla bir şey duymadı. Otların hışırtısı, yaprakların, çeşmenin, sivrisineklerin sesi birdenbire zayıfladı, uzaklaştı ve duyulmaz oldu. Yakıcı sıcak bir kor gibi gözüne doldu, gözbebeklerinin önünde dalgalandı ve dumana dönüştü. Her şey bu dumana büründü…
Kerem