Osman Oktay
Modern Seyahatname
ÖNSÖZ
“…Kuzey ormanlarından çıkıp geldiler; cesur, dağınık, marifetli ve henüz yolun başındaydılar. Önce bozkıra, sonra Çin içlerine ve sonra da sonu başı belli olmayan bir sel gibi garba doğru yayıldılar…”
Orta Asya ve Türk kültürü ile ilgili pek çok araştırma yapıp yüzlerce makale yazan ve 25 kitap yayınlayan -kendi ifadesi ile “Mağrip’ten Ganj’a, Belgrad’dan Pekin’e egemenlik kuran” Türkleri araştıran- Fransız Türkolog Jean-Paul Roux, dilimize “Türklerin Tarihi” adıyla çevrilen eserinde bunları ifade ediyor ve ekliyor: “Türkler adıyla tarihe geçen bu boylar, aileler ve kavimler bütünü bize büyük bir gizem olarak gözüken büyük göçlerinin; bu halkların Asya yollarına gönderdikleri kervanlar tarafından hazırlandığını, bu kervancıların önden giderek edindikleri coğrafi bilgileri daha sonra bu halklara aktardıklarını, dolayısıyla bu göçmenlerin bilinmeyen topraklarda maceraya atılmadıklarını; aksine nereye gittiklerini, nelerle karşılaşacaklarını ve oralarda ne bulacaklarını çok iyi bildiklerini keşfettim.”
Şahsen ben de Orta Avrupa ülkelerini ve dolayısıyla Tuna boylarını, Balkanları gezerken “Atalarımız buralara boş yere gelmemişler” hükmünü vermiştim. Bu hüküm verişte elbette ilkokul sıralarından başlayarak bizlere öğretile gelen “kuraklığa dayalı göç” yakıştırmasının etkisi büyüktü. Daha sonra Orta Asya ülkelerine ve dolayısıyla oralardaki Türk Coğrafyası’na yaptığım seyahatler sonunda hâlâ akıp duran ırmakları, çağıldayan şelaleleri, gölleri, şehirlerin içinden ve çöllerden geçirilen su kanallarını görünce de “Demek kuraklık işi bir masalmış” demekten kendimi alamadım. Öyle ya; dünyanın giderek kuraklaşmaya yüz tuttuğu, su kaynaklarının hoyratça kullanıldığı bir zamanda bile bu sular var olduğuna göre yüzyıllar öncesi daha coşkulu, daha gümrah olmalıydılar.
Göçlerin olduğu dönemin şartları malum; güçlü olan daima zayıfı emri altına almaya çalışır, buna razı olunursa ne âlâ, razı olunmazsa da artık ne olacaksa olurdu. Bilge Kağan’ın, Kül Tigin’in abidelerinde yer alan hitabeler bunun tarihe ışık tutan yazılı belgeleri olarak hâlâ ayakta durmaktadır. Dolayısıyla göçlerin sebebini yalnızca kuraklığa bağlamak doğru değildir. İyiyi ve güzeli aramak, tehlikeden kurtulmak ya da tehlike olabilecekleri sindirmek gibi daha pek çok sebep sayılabilir.
Biz Türklerde ezelden beri adaletli davranmak büyük bir erdem olduğu için kurduğumuz büyük imparatorlukların içinde genellikle Türk olmayan unsurlar buluna gelmiştir. Tabii, tarihi bir gerçek daha var: Hun, Göktürk ve Uygur hâkimiyeti altında kaldığı için Moğollar Türk kültür ve devlet geleneklerinden büyük ölçüde etkilenmiş hatta Türkleşmişler. İçinde büyük ölçüde Türkleri de barındıran fakat Moğollar tarafından kurulmuş olan Altın Orda ve Çağatay devletlerinin birer Türk Devleti olarak bilinmesi bundandır. Türkçenin Çağatay lehçesi Çağatay devleti içinde gelişmiş, Ali Şir Nevai gibi büyük bir Türk Edibi orada yetişmiştir. Bu sebepledir ki Moğolistan’da bugün bile bize “Amcaoğulları” diye hitap edenler var. Kaldı ki bizde de Cengiz Han’ın Türk olduğu ifade edilebilmektedir.
Bütün yıkıma ve Haçlı barbarlığına rağmen Avrupa’nın göbeğinde duran Türk eserleri ile Macaristan’daki Attila Caddesi, Balkanlardaki camiler, minareler, taş köprüler, bedestenler “Adriyatik’ten Çin Seddine” uzanan Türk hâkimiyetinin mühürleridir. Osmanlı’nın çekildiği Ortadoğu huzur ve sükûna hasrettir. Allah nasip ettiği için Irak ve Suriye’yi böylesine harap olmadan önce görebilmiştim. Türk egemenliği altında huzur beldesi olan Yugoslavya pâre pâre dağıldı, Bosna Hersek’te vahşet ayyuka çıktı. Allah korusun baştanbaşa Balkanlar yanıp kül olmak için bir kıvılcım bekliyor.
Dünya, birkaç “kabadayı” devletin insafına bırakılamayacak kadar güzel; yaşamaya ve gezmeye değer. “Türk Dünyası” dediğimiz büyük coğrafya ise nereden bakarsanız bakınız dünyanın en az yarısını ilgilendiriyor. Biz kısaca “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” deyip geçiyoruz ama mesela Sibirya’yı, Tuva’yı çağrıştırmadığı için eksik olmakla birlikte Fransız Türkolog Jean-Paul Roux’un tanımlamasında yer alan “Mağrip’ten Ganj’a, Belgrad’dan Pekin’e” ifadesi de kullanılabilir. Mağrip malum; Cezayir, Fas, Tunus gibi Kuzey-Batı Afrika ülkeleri ile İber Yarımadası, Malta ve hatta Sicilya adalarını da içine alan bölgenin adıdır. Ben tam bu satırları yazarken çalışmalarımı bilen ve Türk Dünyası’na yaptığım seyahatlerden haberdar olan bir arkadaşım bir şişe içinde İtalya’daki Garda Gölü’nün suyunu getirdi. Batı Hun İmparatoru Attila mutlaka o göl kıyısında konaklamış olmalıydı. Onun için o suyu memnuniyetle aldım ve bizzat gittiğim Orhun’un, Selenge’nin, Tuna’nın, Issıg Göl’ün sularıyla Estergon’un, Kosova’nın, Bilge Kağan, Kültigin diyarlarının taşları ve topraklarının yer aldığı Türk Dünyası Koleksiyonuma dâhil ettim. Keza bugün kaynayan bir kazan olan Ortadoğu ve İslamiyet’in doğduğu topraklar olan Hicaz bölgesi… Oralar da aslında 1055 yılında Tuğrul Bey’in gelişi ve 1517’de Yavuz Sultan Selim’in çıktığı seferle Türk Dünyası’nın birer parçası haline gelmişlerdi. Ne zaman ki bize ihanet edip gittiler ve artık onulmaz bir derdin içindeler.
Kısacası Türk Dünyası uçsuz bucaksız koskoca bir derya, bir okyanus. “O mahiler ki derya içredirler deryayı bilmezler” kavlince biz bu deryadan habersiz yaşayıp gidiyoruz. Devletimiz, milletimiz ve sözünü ettiğimiz uçsuz bucaksız coğrafyada yaşayan kardeşlerimiz bu deryayı coşturacak yerde enerjilerini boş işlere harcayıp art niyetli devletlerin, toplulukların peşinde koşuyorlar.
Ben, altmış yaşından sonra da olsa gençliğimden beri hayallerimi süsleyen Türk Dünyası’nı keşfe çıktım, gezip gördüklerimi ve yaptığım incelemeleri karınca kararınca yazıp anlatmaya çalıştım, resimler çektim. Bir tarih araştırması ya da akademik bir çalışma yapmadığım için -hissi, duygusal, hamasi.. ne derseniz deyiniz- ifadelerimi hoş göreceğinizi umarım.
Yalnız şu hususu özellikle belirtmek istiyor ve genç arkadaşlara tavsiye ediyorum ki sakın ve sakın Türk Dünyası seyahatlerinizi ertelemeyin. Çünkü dünyanın bin bir türlü hali var ve ne olacağı bilinmiyor. Mesela ben, Irak ve Suriye’ye zamanında gitmeseydim böylesine harap olduktan sonra artık gidip göremezdim. Tıpkı, 2008’deki Suriye seyahatim sırasında çok arzu ettiğim halde güzergâh farklılığından dolayı göremediğim Caber’i ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin aldığı bir kararla 21 Şubat 2015’i 22 Şubat 2015’e bağlayan gece ordumuzun tanklarıyla toplarıyla gidip kendi ellerimizle berhava ettiğimiz yurt dışında kalan tek Türk toprağı olan Süleyman Şah Türbesi’ni yerinde görme imkânım kalmadığı gibi. Tıpkı çok arzu etmeme, Büyükelçimizin devreye girmesine ve kaç defa gidiş – dönüş tarihimi belirleyip uçak sefer sayılarımı bile bildirmeme rağmen Türkmenistan’a gidemeyip çok sevdiğim o ülkenin kaskatı tutumlu yöneticilerine kırıldığım gibi. (Bunun hikâyesi kitabın sayfaları içinde okunacaktır) Ve tıpkı, “Kırım kolay, her fırsatta giderim” diye sona bıraktığım ve artık Rus işgalinden sonra bu şansımı kaybettiğim gibi… Şimdi ben, yıllar yılı vatan hasreti çeken Kırımlılar misali; o içli, duygu yüklü hasret türküsünde geçen şu nakaratı tekrar edip duruyorum: “Men bu yerde yaşalmadım, yaşlığıma toyalmadım/ Vatanıma hasret kaldım ey güzel Kırım!”
İnsanlığın bitmeyen arzuları, hırsları, emperyalist duyguları, ırkçılık, mezhepçilik anlayışı yok olmadığı sürece dünyanın ve uçsuz bucaksız Türk Dünyası’nın başka başka yerlerinin de karışması mümkündür. Gerçi, Asırlık Türk Ocakları’nın uzun yıllar Umumi Reisliğini yapan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’in bir konferansında işaret ettiği gibi, “Ormana bir duvar çekerseniz ağaçları birbirinden ayırmış olmazsınız; alttan kökler, üstten dallar buluşur” ama yine de arzu edilen yerleri bir an önce gezip görmekte fayda var. Öyle ki, 15 kişilik bir grupla