Manasız düşünceler geçer
Gözler önünden
Yıldız gibi kayaraktan
Sonra
Altını ıslatmış küçük Erolun
Sabah çığlıkları arasında
Dolar sepetlere
Şerminin kucaklarıyla tütünler
Bir dönüş yapılır köye doğru
Konu komşucuk
Her gün
Biraz daha solan yüzlerle kişi
Komşusunu ha tanıdı ha tanıyacak
Devran bu ki
Tütünler yaprak yaprak iğnelere geçmede
Cızırdıyan ocaktan gelen
Yanık biber kokuları
Büzüşmüş mideleri seferber etmekte
Bir kardaşlık çağından tütüncü
Hasan Duyulmaz bir gürlemedir
Tütüncü karanlığına
Kardaşlar
Bitsin bu acı
Bitsin bu katran acısı
Tütüncünün verilsin emeği
Gün olur gelir topladıkları
Yıl boyu parmak kadar yavrularıyle
Boşalıverir
Evinden de avucundan da
Tütüncü Hasan’ın
Bir kaynak sudur tütüncü Hasan’ın başına dökülen
Ne yazık ki duyulmaz bir iniltidir içinden gelen
Tamamlanır tütün acısıyle senenin devri
Yenisi yeni bir türküdür umutlara bakılırsa
Oysa teker döner hep aynı
(Hüseyin Mahmutoğlu’nun “Azınlık Postası” gazetesi ile “Öğretmen” dergisinde 10’un üstünde hikâyesi yayımlanmıştır. Onun bu hikâyelerinden iki örnek veriyoruz.)
Ekşi ekşi ekşimiş havaya baktı. Suratını astı. Yüzünü bir iki kırıştırdı. Aklından, “Gene işimiz…” diye acı acı bağırmak geçti. Yazın yakıcı sıcağını hatırladı. Durduğu basamak taşında ayağı yanardı.
Şimdi ise… İçinden gülümsedi. Dilini çıkardı. Süzülen suya uzattı. Burnuyla karışık tattı da tattı. Bunu beş-on tekrarladı. Susuzluğunu değil, hevesini giderdi. Damlalıklar birer çeşmeydi. Tanrının imbiklediği suyu akıtıyorlardı. Vazife yazı güneşte, kışın bulutlardaydı sanki.
Selim, avlu ucundaki fırına sığınmak isteyen “Karabaş”a ıslık attı. Hayvan işi anladı. Kuyruğuna, ayak arasında sevinç hareketleri yaptırdı. Sonra “ıslanıyorum” der gibi sahibine baktı. Islak tüylerini yaladı. Selim’in saçlarını düzelttiğini gördü. Yağmurluğunu da sırtlamıştı. Kahvehanenin yolunu tutarken “Karabaş” da kümes yanındaki folluğa halka olmuştu.
Umutsuz, yola koyuldu. Son çare kahvehaneyi boylamakta idi. Orası da cepleri öğütüyordu ya. “İşin gözü kör olsun. Yağmur bir taraftan, biz bir taraftan yolları, sokakları aşındırıyoruz. Dünyada iş mi yok? Var. Var ama nerde? Cehennemin öbür ucunda… Almanya’da, Avustralya’da, denizlerde gemilerde… Var git bakalım. Almanya desen, senelere kısmet… Avustralya desen, öbür dünya… Gemilere desen, çoluk çocuk seneler içinde boğulacak. Biz de aileyiz galiba? Aşağı yukarı on iki sene oluyor.” Diye düşünürken kahvehaneye vardı. İlkin pencereden içeriyi süzdü. Camlar buğulanmıştı. Aşağı doğru sıcak sular süzülüyordu. Girsem mi, girmesem mi? derken kapı açıldı. Sarıların Şaban şemsiyesini “küt” diye açarak, “ne hoş yağmur be, haftayı tamamlayacak valla” dedi ve hızla eve yollandı. Selim içeri girdi. Masalar değirmen taşı gibi dönüyordu. Hiç boşta kalan yoktu. Her birinde ya iskambil, ya pastra, ya altmışaltı, ya pinaki veya başka bir oyun oynanıyordu.
Sağı solu süzdü. Kendisiyle kâğıt oynıyacak kimse bulamadı. Karşı köşede üç dört kişi vardı. Onlar da ihtiyardı. “Seyretme de eğlenceli” deyip sandalyesiyle masanın birine süründü. Oyun altmışaltıydı. Komşu Recep’le öbür mahalleden Reşit tutuşmuşlardı. İddialıydı. Ortaya bilmem kaç paket “Karelya” sigarası konmuştu. Önce Recep bunları almış, fakat son iki oyunda hepsi Recep’e geçmişti.
Kahveciye, “Kahveci! bir çay.” Diyeceği sırada, Mümin Ağa; “Selim, ne içeceksin, kave mi çay mı?” deyince yumşadı. Sandalyesine boş boş saldı kendini. İstemem, dese olmazdı. Mümin Ağa’nın ikinci tekrarına, sönük bir sesle, “Ha, çay olsun.” Dedi. İçinden, “Yaşa be, ağa dediğin böyle olmalı işte” diye geçirdi. Tutuk tutuk ona baktı. “Ne kadar işin olsa yaparım valla!” diyecekti, olmadı. Dağdan inme komşuları hatırladı. Ağanın hemen hemen bütün yaz işlerini zamanında bir çırpıda çıkarıyorlardı. Hem de dekarasız. Halbuki o, işin ardını paraya bağlıyordu.
Duman tüten çayını iştahla yudumlarken gözü masa üzerindeki paketlere gitti. Elini cebine attı. Çıkını sıktı. Naylon çıkın hiç tavını kaçırmıyordu tütünün. Mübarek havanda kıyılmış gibiydi. Saracaktı bir sarma. Oyun ucunda Reşit, Paketlerden birini Selim’in önüne sürdü.
–Aç da gezdir.
–Yetmez be.
–Yetmezse bir daha aç.
–Yav, zara yapmıyalım.
–Holan, zararı mı düşünüyorsun sen?
–Bana bak…
–Buyur.
–Kaybedersen?
–Bugün işim tamam. Maça kızı tuttu da tuttu. Önce iş biraz çiğ gitti ama…
Çıkını cebine sokuşturdu Selim. Paketlerden birini aldı. “Buyurun, Reşit’ten…” diyerek dağıttı. İkinci paketteki sigaralar da yarıyı buldu. İçmeyenler bile, “Haydi Reşit, maça kızı kısmetine yol açsın.” Deyip almışlar, ortalığı bol bol dumanlamışlardı.
Ortada Mümin Ağa oturuyordu. Keyfi denkti. Prim mirimle alâkası yoktu. Tütün ekmiyordu. Lâf olsun diye masa üzerinde duran gazeteyi uzattı. Okumak da bilmiyordu ya… Hoş hoş Selim’e bıyık gülüşü yaptı Ve deyiverdi:
–Primleri yazıyormuş galiba?
–Öyle, ayın on beşine doğru vereceklermiş.
–Oku bakalım.
Selim gazeteyi evirdi, çevirdi, “Primler Dağıtıyor” başlıklı kısmı uzun uzun süzdü.
–Martın ortalarına imiş.
–Tam zamanında…
–Hükümet bilir işini. Tütün satımında verecek değil ya. Elbet eller avuçlar boşalınca…
Sobanın sıcağı, kalabalığın nefesi içerdekileri hamurlaştırmıştı. Tütün kokusu, çay, kahve buğusu havada yüzde oranı en çok olan maddelerdendi. Mümin Ağa da gocuğunu sandalyesine serdirmiş, ayaklarını sobanın altına uzatmıştı. İliği kemiği salınmış, ağır ağır üçüncü kahvesini süzdürüyordu. “Umurumda mı dünya?” der gibi pek babacan, etraftakilerle sohbetini kaynatıyordu.
İçerisi