Müzik bitince Efsane, birkaç saniye durup piyanoyu seyretti. Odanın köşesindeki kanapeye oturmuş onu seyrediyordum. İlk defa onu ihtirasımı gidermek için değil, ruhumdaki boşluğu doldurmak için istiyordum. Bu müzik resitali beni büyülemişti; Sanki benim orada olduğumu unutmuş başka bir dünyada yaşıyor gibi olmasından ayrıca etkilenmiştim. Afganistan’da sık sık duyduğum “küfre düşmek” sözü gibi algılanmasa, onun Allah ile yüz–yüze, göz–göze tek kaldığını söyleyebilirdim.
Bu duygularımdan onun zarif dudaklarından dökülen “Büyük Rus piyanisti Mixail Pletnyov ile ilgili bir şey duydun mu?” sözleri ile kendime geldim. Yerimden kalkıp ona doğru gitmek istediğimde o bana doğru geldi. Doğrusunu söylemek gerekirse şimdiye kadar bu müzisyenle ilgili bir herhangi bir şey ne okumuştum ne de duymuştum. Benim müzik anlayışım Kabil’in çadır düğünlerinde duyduğum gürültülü müziklerle şekillenmişti. Kendimi aptal durumuna düşürmek istemedim. Sanırım Efsane’de beni utandırmak istemiyordu. Yüzüme doğru iyice yaklaştı. Nefesi yüzümü okşuyordu. Gözlerimin içine bakarak:
–Mixail Pletnyov medeni dünyayı “Şimdi insanlar sanki bir yere yetişecekmiş gibi acele ediyorlar! Onların hayat tarzını ritmik ve modern müzikler oluşturuyor” diye yorumlamıştı. Yani bizim barlarda duyduğumuz müziklere ilgi artıyor. Toplum müziğin derinliğine inerek onu anlamaya çalışmıyor. Benim çaldığım müziği değerlendirmeni istiyorum. Nasıl buldun?
Duygulanmıştım. Gözlerimi kapatıp ağlamak üzereydim. Efsane’nin müziğine vereceğim değer de bundan ibaretti. Ancak neden ve neye ağlamak istediğimi o zaman anlamadığım gibi şimdi de bir anlam veremiyorum. Bana çalınan bu eseri anlamamıştım ama çok etkilendiğim açıktı. Kimbilir müziği anlamak belki de onun etkisi ile kederlenmektir. Belki de bu kadar duygusal olmaya değmezdi.
Efsanelerin evi Sovyet vatandaşlarına göre daha büyük ve gösterişliydi. 15–20 metrekarelik üç oda ile küçük bir mutfak, banyo ve tuvaletten ibaretti. Biz en geniş odadaydık. Pencere tarafına konulan piyano ile aynı köşede küçük bir masa vardı. O köşe ile birleşen duvara dayanmış iki veya üç kişilik sofalar tam köşede masanın karşısında birleşiyordu. Masanın üstünde ise bir okuma lambası duruyordu.
Efsane ile yüzyüze durunca lambanın ışığı yüzümüze vuruyordu. Lambanın ışığı onun beyaz yüzüne vurunca sapsarı bir renge dönmüştü. O anda Efsane’nin nefesini daha yakından hissettim. Elimde olmadan bir gün önce bu halde dursaydık ona sarılarak sevişmeye zorlardım, diye düşündüm. Şimdi ise müzik beni büyülemişti. Bütün varlığı ile kendisini bene teslim eden bu kadını sanki yeniden keşfetmiş ve büyülenmiştim. Bir kadın için büyülenmek, sevginin zirve noktasıymış. Yine de düşüncelerimi Efsane’nin zarif sesine teslim ettim.
Az önce piyanonun tuşlarının üstünde gezen parmakları ile dudaklarımı okşadı. Sonra işaret parmağını dişlerime doğru değdirerek tırnakları ile yavaşça sanki piyanonun tuşları gibi onların üstünde qlissando21 çekti. Qlissandonun ne demek olduğunu da ondan ilk defa duydum ve anladım. Önce yavaş yavaş yağtığı bu dokunuşlar gittikçe hızlanmaya başladı. Ömrümde ilk defa yapılan bu okşamayı bütün vucudumda hissediyordum.
Daha sonraları kendim parmaklarımı dişlerimin üstünde gezdirdim ama asla Efsane’nin yaptığı gibi olmamıştı. Birkaç defa Efsane’den dişlerime dokunmasını istemeyi düşündüm ama önce aldığım güzel duyguları yeniden alabileceğime inanmadığım için bundan vaz geçmiştim.
Efsane, dişlerimin üstünde gezindikten sonra:
–Musiki Allah’ın dilidir, diye bir söz duydun mu? Eğer böyleyse benim için beş tane dahi insan var.
Sesinin titremesini gizlemek için yavaşca öksürerek boğazını temizledi. Sonra sağ elinin parmaklarını katlayarak saymaya başladı:
–Johann Sebastian Bach, Ludwig van Beethoven, Wolfgang Amadeus Mozart, Sergey Rahmaninov, Frederic Chopin. Bu ünlü kişiler Allah’a çok yakın insanlardır. Onlar farklı zamanlarda yaşasalar da buna inan. Hatta bunlar Allah’a yakınlıklarını korumak için aralarında gizli bir çatışma bile olmuştur. Her birisi diğerlerinden öne çıkmak için müzik dünyasının ayrılmaz bir parçası olmuşlardır.
Ben artık ağlamak istemiyordum. Efsane’nin yeteneğine hayran kaldığım gibi onun düşüncelerine de hayran olmuştum. O sağ elini havada tutuyordu. Günlerdir okşadığım bu elin güzelliğini yeni fark ediyordum. Elimi uzatarak bu eli yeniden tutmak istedim. Ancak bu, önceki günlerin ihtirası değildi. Aynı Kabil’de sobadan sıçrayan mısırları tutmak için elini uzatan Sara’nın yuvarlak eline ilk defa dokunduğumda hissettiğim hevesle şimdi de Efsane’nin elini okşuyordum. Elimde olmadan tavana baktım. Lambadan süzülen ışık, onun elinin gölgesini tavana nakşetmişti sanki. Tavandaki gölgeler sanki piyanonun tuşları gibiydi. Bana müziği sevdiren bu zarif parmaklar şimdi de gözlerimi okşuyordu. Efsane’ye olan aşkımı, ondan nasıl etkilendiğimi söyleyemem ama o, ruhumun gıda kaynağı olmuştu.
Moskova’da gıda maddesi almak için girilen kuyruklardan nefret ediyordum. Özellikle bu sırada beklerken yapılan konuşmaları, basit siyasi tartışmaları duymaktan hiç hoşlanmıyordum. Bütün Sovyet vatandaşları gibi yabancı uyruklu öğrencilere de aylık olarak belli bir miktarda et, şeker ve yağ veriyorlardı. Yabancı öğrencilerin gıda paketi halkın aldığı kadar olsa da fazla fazla yetiyordu. Çünkü, pahalı olsa da restoranlarda ve büfelerde yemek yiyorduk.
Biz gıda paketlerimizi gastronom adındaki ticaret merkezlerinden alabiliyorduk. Bize yakın iki tane gastronom vardı: Birisi yurda üç kilometre uzaklıkta, diğeri ise daha yakın mesafedeydi. Ben daha yakın olan dükkanı tercih ediyordum. Bir defasında dükkanın önünde sırada beklerken yaşlı ve sakat bir kadın bir sakat arabasını elleriyle iterek dükkana girdi. Arabada iki ayağı dizinden kesilmiş ve bir kolu olmayan, orta yaşlı bir adam oturuyordu. Ceketinin yakası madalyalarla doluydu. Kadın arabayı dükkanın bir köşesine koyarak tezgahtarın yanına gelerek, elindeki erzak kuponlarını uzattı. Tam o anda arabadaki adam hafifçe dengesini bozunca düşmesin diye hızla yanına giderek arabasını düzelttim. Kadın öfkeyle yanıma gelerek bana baktı. “Ne yapıyorsun?” der gibiydi. Tam cevap verecekken başladı Brejnev’e22 ve Yazov’a23 küfürler etmeye. Küfürlerin dozu gittikçe arttı ve sonunda:
–Bunağın kendisi geberdi, bak beni ne hale soktu. Benim oğlumun Afganistan’da ne işi vardı? Şerefsiz Sokolov’a24 defalarca oğlumu geri getirin diye, telgraf çektim. Yazov’da onun gibi birisi… Bana bakan birisi gerekirken, bu yarım canımla oğluma ben baıyorum. Aldığım emekli maaşı yemeğimize zor yetiyor. Geroy25 her gün votka istiyor. Karısı da bunu terk etti. Oğlum olabilir ama ayaklarını ve kolunu benim için yitirmedi. Ben neden bu acıyı çekiyorum ki?
Kadın söylendikçe sinirleniyordu. Yavaşça sıradaki yerime dönmek için harekete geçince, kadın omzumdan tutarak beni kendisine doğru çekti. “Sen Afgan’mısın?” dedi. Bu sözleri suratıma inen bir tokat gibi olmuştu. Yüzüm alev alev yanıyordu. Şimdi Brejnev’i bırakmış bana küfrediyordu.
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Aniden arabada oturan sakat genç emridici bir sesle:
–Ma26 onun ne günahı var? O bir Komünist olmasaydı buraya okumak için gelmezdi, dedi.
Tam o anda Cahit’in sakin ve insanı etkileyen