Sıcak bir yaz günüydü. Güneş ortalığı yakıp kavuruyordu. Doğudaki ekinler sararmıştı. Her çukuru dolaşan Sıçan Ana ekin tarlasını bulduğunda sevinçten başı dönmüş, sararmış ekin tanelerini ağzına dolduruvermişti. Gözleri tanelerden başka bir şey görmüyordu. Ağzındaki lezzetli yemi dişleri ile çiğniyor, doymak bilmiyordu. Zavallı yaratık! Oralarda küçük kaynağın biraz aşağı tarafında bir tilki yuvası vardı. Bu kadar çok ekinin arasında şaşırmış, tilki yuvasının olduğu yere nasıl vardığını fark edememişti.
Yuvayı görünce irkilen Sıçan Ana korkudan titredi. Tam zıplayıp kaçacakken tüylü yüzlü yırtıcı hayvan, tırnaklı ayaklarıyla ona saldırıverdi. Tilki, Sıçan Ana’yı patisinin altından uzun süre çıkarmadı. Bu kurnaz hayvanın tırnakları arasında başı dönen sıçanın kalbi güm güm atıyordu.
Ölüm denen şeyin haber vermeden karanlık bir gece misali aniden çöküvereceğini anladı. Dakikaları sayılıydı. Buna rağmen boş umutlara kapıldı. “Daha görecek çok günüm vardır…” diye kendini avutmaya çalıştı. Bir yandan kalbi iyi günler göreceğim diye çarpıyor, bir yandan da umutları kalbinin atışı ile beraber sönecek gibi oluyordu. Tüylü yüzlü yaratığın belki de karnı toktu. Patisinin altında iyice güçten düşen sıçanla bir o yana bir bu yana top misali oynuyordu. Neden sonra tilki, sıçanı bir anda kırmızı salyalı diline yapıştırdı. Sıçanın öleceği kesindi. Hiç hâli kalmamış, bütün umutları tükenmişken ansızın tilkinin ağzından yere düşmez mi!.. Hem de tünellerle birbirine bağlı bir sıçan yuvasının yanı başına. Oralara sinmiş sıçan kokusu geldi burnuna. Son bir gayretle bu yuvaya atlamazsa bu çirkin yaratık onu yutuverecekti. Asıl felaket de bu olurdu. Her şey biterdi. Her şey… Gücü kalmamıştı ama can havliyle atladı ve minnacık yuvanın girişinden kendini içeri bıraktı. Aşağı doğru yuvarlanıp gitti.
Bu terk edilmiş yuva güneş gibi parlak gelmişti ona. Bir süre kımıldamadan yattı. Sadece koltuğunun altında tıp tıp diye atan kalbinin cılız sesini dinleyerek gözünü açamadan öylece kalakalmıştı. Zavallı sıçan yuvanın kokusu burnuna geldiğinde gözyaşlarına boğulduğunu, acı acı bağırdığını hatırlıyordu. Yuvanın ağzından aşağıya süzülen ışığa bakıp hüngür hüngür ağladığını nasıl unutabilirdi ki? Hâlâ aklında. Çirkin yüzlü yaratıklar ağlar mı acaba diye düşünmüştü. Kiminin güçlü kiminin güçsüz yaratıldığı bu hayatta adaletin olmamasına çok üzülmüş ve kalbi paramparça olmuştu. Lanet olası bu hayatta hiç adalet yok muydu? Varsa hani neredeydi? Nerede kalmıştı o adalet? Ne zamana kadar birileri yem olmak birileri de yemek için yaratılacaktı? Birinin diğerini öldürmediği bir hayat olamaz mıydı? Tüm bu acısını olduğu en saf hâliyle Yaradan’a iletmek istedi.
O gün Yaradan’ına böyle seslenmişti. Sadece gerçeğin ve adaletin dünyada olup olmadığını öğrenmek, acı olsa da gerçekleri kulaklarıyla duymak, bilmek istemişti. Tüm bunlar aklına geldiğinde sıkıntı basıyor, zavallının dünyası daralıyordu.
Tilki gün boyunca inin ağzından gitmedi. Tam yiyeceği sırada avını ağzından kaçırması bu kurnaz yırtıcıyı daha inatçı yapmıştı. Kalbindeki kızgınlık ve kinle deliğin ağzına hâlâ umutla bakıyordu. Sıçan Ana ortalık sakinleşene kadar yerinden hiç kımıldamadan yattı. Tilki, olur ya belki çıkar diye bekledi. Kurnazlık, uyanıklık kanına sinmiş bu hayvanın. Hatta arka ayaklarıyla deliğin ağzını kazdı. Ancak yuvanın merkezine ulaşamadı. Uzun süre kazdıktan sonra umudunu kesti. Sıçan Ana ay yükselip de karşı dağın tepesini aşarak ortaya çıkana kadar bekledi. Biraz toparlanınca gökyüzüne saçılmış darıyı andıran yıldızların bulunduğu taraftaki yuvasına doğru sürüne sürüne gitti.
Böyle zor günler Sıçan Ana’nın hayatında çok oldu. Şimdi onların hangisini hatırlasın, hangi birini? Her şey bir yana yavrularını ne tür zorluklar bekliyordu, kader onları ağlatacak mıydı? Bu tür düşünceler son günlerde aklına daha sık gelir olmuştu. Şımarık yavruları Sıçan Ana’nın bu üzüntüsünden habersizlerdi! Yavrularının hayatın zorluklarını tecrübe ederek öğreneceklerini biliyor, avunuyordu. Ama yine de korkuyordu. Daha, iyiyi kötüyü ayırt edemeden yavrularının gözlerindeki hayat ışığı söner, korkunç hayvanlara yem olurlarsa elinden ne gelirdi ki? Hem onları yırtıcılara yem olsun diye dünyaya getirmemişti. Bu düşünceler onu çok korkutuyor, rahat vermiyordu.
Sıçan Ana’nın kafasındaki endişeler bunlardı.
Gökyüzündeki bulutların arasından ilk önce güneş yüzünü gösterdi.
Güneşin nuru sıçan ininin tam ağzına döküldü. Ama yeryüzünü dolaşan rüzgâr dinmeyeceğe benziyordu.
Bugün çok esmişti…
Yuvanın ağzına kadar gelen rüzgârdan Sıçan Ana’nın derisi geriliyor, iki gözü de ateş gibi parlıyordu. Rüzgârın heybeti onu korkutmaya yetmedi. Bu sırada yuvanın üzerine şap diye düşen belirsiz bir şeyin sesi duyuldu. Kötülük habercisi bu anlamsız gürültü zaten tedirgin bir yaradılışı olan sıçanın ödünü kopardı. Bir felaketin olacağını hissetmişçesine uzun bıyıklarını her zamankinden farklı kıvırıp hemen yavrularına ulaşmak, onlara dikkatli olmalarını haber vermek istedi. Sıkıntılı anlarda aceleci davranırdı. Şimdi de aynı tavrını sürdürdü. Sıçan Ana ve yavruları çok dikkatliydi. Endişeyi hissetmiş yuvanın ortasına gelmişlerdi. Sıçan Ana acı bir çığlık attı. Bir kötülük hissettiğinde böyle bağırması âdetiydi. Yuvanın üstü gürültü patırtı içindeydi. Yürüyenler yüzünden az kalsın yıkılacaktı. Sıçanlar hiç ses çıkarmadan üst tarafta olan biten tuhaf olaya kulak kabarttılar. Bu da neyin nesiydi? Ne oluyordu? Sıçan Ana bir çaresini bulup yuvaya bağlı başka bir delikten dışarıya çıkarak tepelerindeki olayı kendi gözleriyle görmeye çalışacaktı. Tam dışarı çıkacakken yuvanın girişinden iki üç adım ilerideki yere boş bir şişe düştü. Sıçan korkusuna rağmen bir müddet şişeden gözünü alamadı. Sonra kurumuş otların arasına saklanarak yavaş yavaş boş şişenin ağzına yaklaştı ve başını şişenin içine sokuverdi. Şişenin içinden biri sanki burnuna vurmuştu. Kafasını çekti. Gelen pis kokudan tiksinmişti. Başı döndü, gözleri yerinden oynadı. Kokudan burnu kaşınıyordu. Böyle bir kokuyu bu yaşa kadar hiç duymamıştı. Bu kokuya dayanabilecek hiçbir yaratık yoktu. Gerçekten bir canlıyı boğarak öldürecek kadar etkiliydi. Gözleri kocaman kocaman açıldı. Başı döndü! Ve bir sürü iki ayaklı mahluk gözüne ilişti. Eskiden beri kuru otların arasını yurt edinen Sıçan Ana, karşısındaki iki ayaklı mahlukları ilk defa görüyordu. Bunlar sıçanın düşündüğü gibi ne mahluk ne de hayvandı. İnsandı! Demek insanlar bunlardı. İnsanlar onu umursamasa da Sıçan Ana’nın düşmanıydılar. Bütün canlılar sıçanların düşmanıydı, parmak ucu kadar aklı böyle düşünmeye zorluyordu onu!
Sıçan Ana uygun bir yere saklandı ve insanların her bir hareketini dikkatle izlemeye koyuldu. Ama zavallının içi rahat değildi ve korkudan gözleri bambaşka dönüyordu.
–Ke-e-e-k-kk!..
Biraz ötede tıknaz adam geğirerek kurumuş otların arasından geçiyordu. Rüzgâr uçurmasın diye de kalpağını tutuyordu. Rüzgâr hâlâ şiddetle esiyordu.
–Geldik, dedi deminki adam.
–Burası işte eski mezarlık!
–Gerçekten geldik mi? Amma uzakmış, dedi uzun boylu, çekik gözlü, zayıf adam.
–Burası mezarlık mı, değil mi belli değil. Neresi burası?
–Mezarlık mı, değil mi zaten