Güneşi Tutan Çocuk
1
Dünyayı kasıp kavuran sıcak havalar soğumaya başlamıştı. Güneş iki haftadır doğru dürüst yüzünü göstermiyor, eskisi kadar yeryüzünü ısıtamıyordu. Yaz yerini sonbahara bırakmaktaydı. Bu mevsimde havalar genelde böyle olurdu. Gökyüzünü kapkara bulutlar kaplar, şimşekler çakar ve sürekli yağmur yağardı. Uzun süredir suya hasret kalan dağlar, susuzluktan sararmış tarlalar can bulur, ardından şımarık rüzgârlar esmeye başlardı. Rüzgârdan başka ne beklenebilirdi ki! Durup dururken öfkelenir, etrafı tozu dumana katardı. Şimdi de öfkesine hâkim olamıyordu. Gittikçe daha şiddetli esmeye başladı. Sahibinden kaçıp kurtulan bir köpek gibi uluyordu…
Tuhaf bir karaktere sahip bu rüzgâr, öylece duran toprağı uyandırmıştı. Kurumuş ot ve kamışlar kökünden kopmuş döne döne uçuşuyordu. Kıvrak bir dansöz misali oluşturduğu girdaplar güzelliğini kaybetmekte olan bu bölgeyi kedere boğdu…
Bu vaziyet sanki hiç bitmeyecekti…
Etraftaki belli belirsiz tümsekler buraların eskiden bir mezarlık olduğunu haber verdi. Aynı rüzgâr toprakla bir olmuş, çökmeye yüz tutmuş eski mezarların üstünde de esiyordu. Bu mezarlar yıllarca yağmurdan yıpranmış, buralara yolu düşen yılkıların patırtısından çökmüş ve çoktandır geleni gideni kalmamıştı.
Önceleri buralarda bir köy vardı. Köy ile mezarlığın arası bir adımlık mesafeydi. Üç yüz haneli köyün sakinleri su baskınlarından korunmak için başka bir yere göçtükten sonra mezarlar yalnız ve bakımsız kaldı. Biraz öteye baraj yapılması planlanıyordu. Bu nedenle artık oralara yerleşmiş, kök salmış köylüleri öz yurtlarından yakınlardaki kurak araziye taşımışlardı.
Sonra sonra köy tamamen suyun altında kaldı. Evler, ağaçlar… Suyun altında boylu boyunca uzanıyordu. Bu sene tamı tamına on yıl olacaktı. Kokularının sindiği yurtlarını uzaktan izlemek köylüler için kolay mıydı? İnsanlar için bu büyük bir kederdi. Yaraya tuz basmışçasına insanın canını acıtan bu hüzünlü olaydan sonra insanların aklına neler geliyordu neler? Bir avuç yerdi. Fakat dünyada onun kadar kutsal bir mekân yoktu. Köylülerin kalbinin ta derinliklerine yerleşmiş ve onların kanına karışmıştı. Aksakallı ihtiyarlardan çocuklara kadar hepsi üzüldüler. İçleri kan ağlayarak köylerini terk ettiler. Böylesi zor günlerin geleceği hiç kimsenin aklına gelmemişti. İnsanın canını acıtan bu dert onları bunalttı… Bomboş yatan koskoca bozkırın bir köşesinde baraj yapmak için başka yer yok muydu sanki? Köyün ihtiyarları bir kere olsun arkasına dönüp geride bıraktıkları yurtlarına bakmaya derman bulamadı. Ak düşmüş sakallarını gözyaşlarıyla ıslatıp söyleyecek söz bulamadan çekip gittiler. Hiç kimse kaderine karşı koyamadı. Bu mesele yüzünden insanların kalpleri tıpkı bir yanar dağ misali için için yanıyordu. Hiç kimse için öz vatanından daha güzel bir yer olamaz. Bütün bunlar insanların küçücük kalplerine nasıl sığar? Onlar bu kadar derdi nasıl taşıyabilirler? Nasıl?
Su altında kalan köylerini hüzünle yâd ettiklerini yaşlıların feryatlarından anlamak hiç de zor değildi. Eski mezarlık biraz yukarıda kaldığı için su oraya kadar ulaşamadı. Bu yüzden orası var olmaya devam etti. Suyun altında kalan köy unutuldu. Köyün mezarlığı gözlerden uzakta kalınca unutulup gitti. Bırakın insanı kuşlar bile oralara uğramaz oldu. Yas tutmak için ölülerinin ziyaretine gelen kimsecikler yoktu. Çünkü seneler önce bu dünyadan göçüp gidenlerin istirahatgâhı olan, mahşer gününü beklediği bu mezarlık belleklerden silinip gitmişti. Atalarının kemiklerinin kaldığı bu topraklar kimisi için kutsaldı, kimisi için değildi…
Geçenlerde kolhozun1 büyükleri gelmişlerdi. Eski mezarlığı dümdüz yaparak oraları ekip biçmek niyetindeydiler. Eğer bu konu köylülerin kulağına gitmeseydi… Başları kıbleye doğru uzanmış ebedî uykudaki ölüleri huzursuz ederek onların yattığı yerlere mısır ekilecek, kolhoz bundan büyük kâr elde edecekti. Kutsal sayıldığı için buralar plana dâhil edilmemişti. Saçma bir fikirdi bu. Mezarlığın doğu tarafını pullukla sürmeyi denediler. Köylülerin bu haberi duyması iyi oldu. Yoksa çok eskiden bile ölenlerin ruhları rahatsız edilecekti…
Kurak topraklara taşınan köylüler eski mezarlıktan uzaklaştıklarından beri dünya kendileriyle birlikte hayat bulmuş gibi ataları için kurban kesmeyi dahi hatırlamaz oldular. Ölüler kaç vakittir oğullarından haber alamıyordu. Sıkıntı içinde onları beklediler. Yaşamışlardı. Bu dünyadan göçüp gitmişlerdi. Kemikleri çürüyüp toprak olmuştu.
İki kelimelik anlatıma sahip eski mezarlığın hâli şimdilerde böyleydi…
Fırtına dinmek bilmiyordu. Gökyüzünün benzi iyice solmuştu…
Rüzgâr her tarafı savurunca bu bölgede yaşayan dört ayaklılar, gökyüzünde uçan kuşlar, yuvalarına sığındılar. Herkesin canı tatlıdır ya, bu yalan dünyada üç günlük hayat için nefes alıp verenler kendilerini kurtarmaya çalışıyordu.
Eski mezarlıkta deve gözüne benzeyen inler vardı. Nereye bakılırsa bakılsın her taraf sıçanların saklandığı deliklerle doluydu. Bu hayvanların yaşadığı deliklerin ağzındaki izler örümcek ağları benzeri karmakarışıktı. İşte, bu deliklerden oraya buraya koşan sıçanlar rüzgârın dinmesini bekledi. Herkesin kulağı rüzgârdaydı. Sessizce inlerinde yatıyorlardı. Daha önce hiç böyle bir rüzgâr görmemiş gibi bu mahlukların birbirine kuşkuyla bakarak şaşırıyor olmaları çok ilginçti. Boz renge bürünen toprağın her tarafını korkunç bir yaratık misali dolaşan rüzgârın hangi delikten çıkıp nereye gittiğini sıçanlar da merak ediyordu. Her neyse; Sıçan Ana ömründe buna benzer çok felaket görmüştü. Bu yüzden olsa gerek, bu fırtınaya kayıtsız kaldı.
Parlayan gözleriyle dışarıya bakarak ininin ağzında uzun süre kaldı. Rüzgârın dinmesini bekliyordu. Bu sırada aklında sadece yiyecek bulma düşüncesi vardı. Bu düşünce çoktandır onu sıkıntıya sokuyordu. Mevsim bitmeden, havalar soğumadan tüm kış yetecek kadar azık toplama işi, yer altındaki mahlukları düşündürmez mi? Toprağın altında yaşasalar da kışın soğuk olacağını sıçanlar önceden kestirirler, bu mevsimin çetinliğine göre bolca yem toplamaya çalışırlardı. Bir an önce kışlık hazırlıklarını bitirmezlerse yiyeceğin bolca bulunduğu bu bölgenin her tarafı kısa süre sonra her tarafı sütle yıkanmışçasına kar altında kalacaktı. Yeryüzü beyaza bürünmeden erzak biriktirme kaygısı bu zavallı sıçanın yakasını bırakmıyordu…
Eskiden kuzukulağı yetişen yerlerden tohum toplayıp gelince sevinçten içi içine sığmazdı. Kuzukulağı tohumları kışın iyi yeniliyordu. Üstelik çok lezzetliydi.
Ama fırtına inadına kuvvetleniyordu. Yeryüzü ile gökyüzü arasında kendilerine yer bulamayan bu yaratıkların özgürlüğü bazen onların elinde değildi. Bazen doğa hırslanarak işleri tersine çeviriverir, sıçanlar dışarıya çıkamazdı. Ama tek sebep bu değildi. Oralarda onları takip eden yırtıcılar kol geziyordu. Bazıları dört ayaklıydı. Koşar gelir ve sıçanları kapıverirdi. Bazıları da iki kanatlıydı. Gökyüzünden uçarak gelir ve pençelerini etlerine geçirerek onları kapıp götürürdü.
İşte böyle…
Sinsice yaklaşıp sıçanları yakalamayı düşünen hayvanlar bütün gün buralardan ayrılmazdı. Kaç tanesi bu yırtıcı hayvanlara yem olup gitmişti. Dünya yaratıldığından beri bu mahlukların hayatı insanlarınkinden farklıydı. Bunlar insanlar gibi geçinmek için emek sarf etmese de rızıklarını arar bulur, hayatlarına devam ederlerdi. Her daim diken üstünde olmalıydılar, hayatları bıçak sırtındaydı.
Sıçan Ana ininin ağzında parlayan gözleriyle dışarıya bakıyordu bakmasına ama kafası başka yerdeydi. Karışık dipsiz düşünceler onun ana yüreğini sızlatıyor, hesapsız üzüntüleri kum gibi savruluyordu. Keder içindeydi. Yumruk kadar vücudu tir tir titremekteydi. Minnacık yavrularından hangisi kime yem olacaktı? Kalbi sızlıyordu. Yavruları Sıçan Ana’nın bu üzüntüsünü nereden bileceklerdi ki? Minik yavrular, inlerinin bir o tarafından bir bu tarafından kafalarını çıkararak dışarıdaki âleme merakla bakıyordu. Bazen yerlerinde duramıyor, dışarıya çıkıveriyorlardı. Yuvalarından uzakta olup bitenler onların ilgisini çekiyordu. Bir sürü ilginç olay onlar tarafından yeni fark ediliyordu. Doğanın türlü türlü sırlarını keşfettikçe merakları artıyordu. Yeryüzündeki hayat hem süründükleri