“Ateş dışarı sıçradı hatun!”
Reyhan kumaş terlik giydiği ayağıyla ateşi yerine koydu.
Dışarıdan Bera koşarak girdi:
“Anne, buzağı ineği emiverdi!”
“Buzağıyı bağla kuzum, hamuru sıcak taraçada demlendirdikten sonra hemen ineği sağarım.”
Beş tandır ekmek yapmak Reyhan için zordu ama Ziyavdun’a göre bir şey değildi. Buzağıyı bağlayıp ineği sağmak da onun için bir şey değildi. Kızı ağladı.
“Kızını teselli etsene hatun!”
“Mutfaktan ekmek alıp verin, tahta başında kaymak da var, yedirin!”
“Ne diyorsun sen!”
“On tane elim yok ya! Böyle oturarak bakacak mısınız?”
“Hatun mu ol diyorsun?”
“Yaz boyunca buğday bağlayıp tarla sürüp ekin biçsem erkek oldun demiyorsunuz da şimdi çocuğa kaymak yedirdiğiniz için… Aman Allah’ım!”
Ziyavdun eskisi gibi güldü. Nasıl olduysa o, bugün çocuğa baktı, Bera ile Dera annesine yardım edip tandıra odun saldı, hazırlanan ekmek hamurlarını tandır başına taşıdı. Küçük oğlunun sünnet düğünü için Muhtar Bay’ın verdiği üç koyun, bir kuzuya yem verdi, eve ırmaktan su taşıdı. Hava karardığı zaman bu iki çocuk çit yapmak için takırdatarak kazık çaktı. Ziyavdun bugün ne var ki Reyhan’ın işlerine dikkat etti. O, tan vaktinden önce kalkmış, şimdi karanlık olmuş ve durmadan çalışmıştı. Şehre götürmek için yaz boyunca kuruttuğu elma, kavuk kakları, domates, biber, tasma et, bir çuval un, onca sukabağında yağ, içine yün sokup diktiği bez örtülü yorgan ve şilte, saman sokup diktiği yastıklar, Bay ağalarıyla didişerek Kışlaktam’dan birçok çuval yün getirip bastırdığı günlük kilimler, dikilen giysi ve toplanan odun tezek… Bunların hepsi Reyhan’ın emeklerinin meyvesiydi. Şimdi onun eşi Reyhangül başını dizine dirseğiyle dayanan sağ elinin avucuna koyup, gece yarısına kadar ekmek yapıp sıcak tandıra defalarca başını sokup kızarmış yüzünü yorgunluktan uyuşmuş sol eliyle okşayıp, ışıldayan gözlerini erine dikmiş oturuyordu. Dolunayın karaağaç dalları arasından rüzgârla sallanarak inen loş ışığında Reyhan ona oldukça güzel, sevecen ve nezaketli göründü. O, Ziyavdun’un kucağında uyuyakalmış kızını yanağından okşayıp:
“Açık beyaz yüzü size, kaşı gözü bana benzemiş. Nuri gibi ağzı burnu yerinde çocuk olacak!” dedi.
“Senin gibi güzel!”
Ziyavdun belki ilk defa eşini böyle övmüş olmalı ki Reyhan oldukça sevinip gülerek:
“İçim yanıyor, buz gibi karpuz yeseydik!” dedi. Ziyavdun hemen karpuz getirmek için yerinden kalkmaya çalıştı. Bu da belki onun eşi için yapmak istediği ilk iş olmalıydı:
“Ben getireyim hatun, çocuklar akkavak, yeşil kavak oyunu oynuyor.”
“Hayır, kalkmayın, çocuk uyanmasın, ben getireyim.”
Reyhan çeviklikle tandır başından inip bahçe kapısıyla avluya doğru yürüdü.
Ziyavdun uzun süre bekledi fakat Reyhan çıkmadı. Reyhan’ın arada bir baygınlık geçirdiğini, bu hastalığın bu sene sık sık görüldüğünü biliyordu. Endişe duyarak:
“Reyhan!” diye bağırdı. Kız uyanıp ağladı.
“Bera, Dera, Hemra!” O, çocuklarını çağırdı. Avluya çığlık atarak ağlayan Hemra koşa koşa girdi:
“Baba, bahçe kapısının önünde bir cin yatıyor!”
Ziyavdun tandır başından kızını alıp yere sıçradı ve bağ kapısına doğru koştu. Reyhan yerde sırtüstü uzanıp yatıyordu. Saçlarına kuru ot, samanlar yapışmış, ay ışığında yarı açıkgözleri Ziyavdun’a dikilmiş fakat nuru kaçmış, uzun kirpikleri hareketsiz, uzun simsiyah saçları sertleşmiş, ağzı bir şeyler söyleyecekmiş gibi yarı açık kalmıştı. Ziyavdun onun başını dizine koydu. Hayatında bir damla gözyaşı bile dökmemiş bu erkeğin gözünden hayat faciasının acı damlaları süzülüyordu. Hayata ebediyen gözlerini kapatan eşinin güzel adını titreyerek dile getirip var gücüyle bağırdı:
“Reyhan!”
Onun sesi bütün mahalleye yayıldı. İlk olarak bu av luya Muhtar Bay girdi ve Reyhan’ın naaşı önünde diz çöküp Ziyavdun’un sert ellerini avucu arasına alıp hıçkırarak ağlayıp:
“Kardeşim!” diye bağırdı.
Avlu ve sokak hemen ağıt yakanlarla doldu. Reyhan-gül, zengin bir ailenin kızıydı. Ziyavdun onunla evlendiğinde bütün mahalle halkı şimdi olduğu gibi bu avluda gerdek gecesini tavan penceresinden dikizleyerek geçirmişti. Bu zengin kızı, bir erkek için on seneden aşkın görmediklerini görerek her türlü güçlüklere dayanıp vefakârlığına sonsuza dek sarılıp onlara veda ettiğinde, halk eskisi gibi bu avluda geceledi. Ziyavdun sabaha yakın, taraçada, semer üzerinde uyuyakaldı. Bir rüya gördü. Rüyasında en güzel hayat hatırasının başını, en etkileyici sayfalarını okudu.
Ziyavdun annesini binek arabasına bindirip Kışlaktam’a geldi. Annesinin Nedirşah isimli dayısının avlusuna girdiğinde iki tane örgü saçı dizlerine kadar dökülen bir kızı arkasından gördü. Büyük un sandığından tekneye un almakta olan kız, arkasına dönüp atının koşumlarını çıkartmakta olan Ziyavdun’a baktı. Bu sadece dönüp bakmak değil, ok atmak, kement fırlatmak oldu. Şimdiye kadar bir kızın tebessümle bakmadığı bu gencin yüreğine sevda düştü, vücudu yandı. O, koşumları çıkartırken tekrar taktı, telaştan arabanın dayağına takılıp sırtüstü düştü, şapkası yuvarlanarak kızın önüne geldi. Kız kahkaha atarak onun şapkasını elini dokunmadan dirgenin ucuna takarak çatının üzerine fırlattı. Ziyavdun şapkasını almak için dışarıdaki merdivene tırmandı. Çatıya çıkıp şapkasını alıp inmek üzereyken, merdivenin olmadığını far-ketti. Cici kız bahçedeki eski karaağaçta salıncak oynuyordu. Ayaklarını önündeki ağaca dayayıp hiçbir şey olmamış gibi “gu-gu-guk” diye oynuyordu.
Ziyavdun çatının kenarına gelip oturdu. Kızın havalanan gür saçlarına, ipek etek içindeki nazik bedeninin kıvranışlarına, her defa kendine dönüp baktığında beliren güzel yanakları ve işveli kara gözlerine zevkle, istekle, kendisinin bile anlayamadığı bir coşkuyla baktı. En son kız onun yanına süzülerek geldiğinde:
“Sen olgunlaşmış dut, ben kart karga olsaydım!” diye seslendi.
Kız tekrar dolaşıp geldi ve:
“Hey karga, hadi git, dut henüz olgunlaşmadı!” diye kahkaha attı.
Ziyavdun akşama doğru çukur yanındaki çeşmede atına su verirken, aniden boynuna buz gibi bir su döküldü. İrkilerek baktı. Reyhan patika yoluyla pınar başından tepeye doğru koşuyordu… “Karga olup arkasından uçsaydım!” diye düşünmüştü o anda.
O günden itibaren Ziyavdun hep Kışlaktam’a koşmaya, sıcak günlerde evine günlerce gelmemeye başladı. Sonunda