Kardeş Sesler 2014. Анонимный автор. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Анонимный автор
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6852-42-6
Скачать книгу
gözüme.

      Bir ölümün, sürgünün veya terk edilişin yanında eşlik eder de küseriz bazen ona. Yalnızlık, kapıyı çalmadan geldiği vakit hayatımızdan çalan bir hırsız gibi değil midir? Oysa onun da arkasından gelen, sessiz sedasız misafirler vardır kimi zaman. Bir yazarın yalnızlığı satırlara dökülür de ölümsüzleşir. Bir müzisyeninki notalarıyla nesillere uzanır. Evladını kaybetmiş bir anne, yetim bir kız çocuğunun hayatına ortak olur vakti geldiğinde kim bilir. Zamansız gelen yalnızlığın arkasında gizlice ışıldayan bir pırlantanın olmadığının garantisini kim verebilir?

      Medcezir gibi yalnızlıklar da bir gelir, bir gider insanın hayatına bence. Ondan korkmamak, diğer yandan onu baş tacı yapmamak gerekir. Varlığında huzuru, yokluğunda yaşamayı bilmek gerekir. Ay, dünya ve güneşin dansında dalgalar nasıl ritim tutuyorsa, insan da yalnızlıkla bu ahengi yakalamalı bence. Ahenk olmaksızın tökezlemez de ne yapar adımlar? Can Yücel, mısralarında vals yapmış sanki yalnızlıkla…

      Yalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla,

      Yaşlanmak hoş değil, duvarlara baka baka.

      Bir dost göz arayışıyla,

      Saat tıkırtısıyla…

      Korkmam geçinip gideriz biz mutlulukla, ama

      “Günün aydın, akşamın iyi olsun” diyen biri olmalı.

      Bir telefon çalmalı ara sıra da olsa kulağımda.

      Yoksa zor değil, hiç zor değil,

      Demli çayı bardakta karıştırıp,

      Bir başına yudumlamak doyasıya.

      Ama “Çaya kaç şeker alırsın?”

      Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra.

      Gölgesi olmayan bir sevgili gibi yalnızlık. Ne onunla, ne onsuz oluyor hayat. Gün geliyor apar topar ayrılıyor kıyılardan, gün geliyor geri dönüp yüreklerde oluşan tüm boşlukları bir avuç su berraklığında dolduruveriyor.

      (Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi, 29.01.2014)

      BİRAZ CESARET

      Uçurumun kenarında, yapraklarının ucundan sarkan kıpkırmızı bir dağ çileği hayal ediyorum. Ağzım sulanıyor gördüğüm anda, bir çırpıda koparıp tadına bakmak istiyorum. Bir yanım ise kolumdan tutup yapma düşersin diyor, beni korkutuyor. Korku ile tutku arasında bir yerde kalıyorum. Her defasında beyaz bir sayfanın önüne geçip, parmaklarımdan dökülecek kelimeleri beklerken olduğu gibi.

      Yazmanın bir yanı eşsiz bir lezzet, öte yanı dipsiz bir uçurum bana göre. Satırlar ilerledikçe o uçurumun kenarında koşmaya başlıyorum sanki ama heyecanla iç içe geçen korku sıyrılıp da gitmiyor içimden. Gerilim, yazılarımı sessizce besliyor. Bu yüzden yazarken bir deniz kenarında yumuşak kum taneleri üzerinde yürümenin huzuruna varamıyorum, zihnim hep tetikte. Uyumsuz sözcüklere takılır da düşer miyim diye başıma üşüşen her kelimeyi alıp cümlelerimin içine koyamıyorum. Uçurumun ucuna kadar ürkek adımlarla yürüyüp kıymete değer cümleleri bir bir oradan seçme gerekliliği hissediyorum.

      Sahip olduğum en değerli cevher benim için yazabilmek. Onun karşısında bu kadar tedirgin olmamın sebebi de değerinden geliyor sanırım. Hani hastalıkta sağlığın, yaşlılıkta gençliğin değeri daha iyi anlaşılır ya, yazar da kelimelerini kaybederse sahip olduğu mirasın kıymetini bir kat daha fazla anlamaz mı? Yazının başına oturduğunda sözcükler aklına düşmezse paniğe kapılmaz mı? İşte böyle bir endişe benimki de.

      Kimi zaman geri adım atıyoruz, korktuklarımızla karşılaştığımızda. Cesaret, korkudan fazla olmadığı zaman o dağ çileğine ulaşmak ‘Keşke’ ile başlayan cümlelerimizde kalıyor. O zaman sırt mı çevirmeli o tatlı lezzete, hep uçurum kenarından uzakta mı yürümeli? Yürekten dökülecek cevherleri görmezden gelip düz bir yolda ilerlemek, bu hayattaki varlığımıza bir ihanet sayılmaz mı?

      Cesaret, başarısızlık korkusunun bir adım önünde olmalı bence. Belki korku da bir ihtiyaç. Korkmak, tehlikeli anlarda hayatta kalmanın belki de en gerekli unsuru. Ama tuvalinin önündeki ressam, enstrümanının başındaki müzisyen veya yazıyla baş başa kalmış bir yazar, korkusundan tamamen sıyrılamasa da, ilerlemek istediği yolda yürümeyi bilmeli öyle değil mi? Teraziye konulduğunda kendini gerçekleştirme arzusu, yazma korkusundan daha ağır gelmeli bence.

      Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi geliyor aklıma. Piramitte yer alan ihtiyaçları bir bir düşünüyorum. Kendi hayatımda geçtiğim evrelere bakıp, şimdi piramidin son katında yer aldığımı hissediyorum. Artık kendini gerçekleştirme sırası diyorum kendi kendime. Yazabilme cevheri bana verildiyse, edebiyat ormanında gizlenmiş kelimelerin peşine düşmeden varlığıma nasıl bir anlam kazandırabilirim?

      Emekleyen bir bebek adım atmaya, bir mucit yeni bir keşif yapmaya, bir lider yanlış kararlar almaya korkabilir belki. Adını tarihe yazdıran isimlerden hangisi tamamen korkusuz olduğunu söyleyebilir? Ama dünyanın seyrini değiştirenlerin bir adım atarak bunu başardıklarını görüyor gibiyim. Goethe’nin dediği gibi: “Yapabildiğiniz ya da düşünebildiğiniz her neyse başlayın. Cesaretin dehası, kudreti ve büyüsü vardır.” Gerçekten de başladıktan sonra adım adım uzaklaşıyor sanki korku. Engellere bakmadıkça yavaş yavaş yıkılıyor. Ben de kendime ‘biraz cesaret’ diyorum her başlangıçta. Zihnimde oluşan hayali duvarları üfleyip uçuruma yaklaşıyorum. Bir bakmışım, dipsiz yarların kenarlarında koşuyor, önüme çıkan bütün dağ çileklerini bir bir toplayıp tadına bakıyorum.

      (Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi, 06.02.2013)

      PARALEL YAŞAMLARIM

      “Paralel evrenler teorisi”ni ne kadar duydunuz, bilmem. Hani şu iki tercih arasından seçmediğinizin, bir başka evrende gerçekleşme durumu. Daha derin ve bilimsel açıklamalarına girmeksizin, kendi paralel yaşamımla ilgili hayallerime götürmek istiyorum sizi. Bir başka deyişle, kişiliğine ve yaşam tarzına bürünmek istediğim yahut bürünsem nasıl olurdu diye düşündüğüm çoktan seçmeli bir evrenin kapılarına…

      İlkokul yıllığıma “Gelecekte polis olmak istiyor” diye yazıldığını hatırlıyorum. Amerikan filmlerinin benim yaşamıma ilk tesir ettiği dönemlerin getirisiydi sanırım bu düşünce. Heyecan dolu, hareketli, havalı bir dünyayı sunuyorlardı, üstelik kahramanlar da asla ölmüyordu. Yıllar sonra evimizi soyup kaçan hırsızı, tekrar gelirse diye elimdeki su tabancasıyla kapı arkalarında beklemem de bundandı herhalde. Sahte bir kurgu olmasına rağmen hayalini kurduğum heyecan, korkuya dönüşmüştü. Vazgeçme fikrinin aklıma ilk düşüşü o korkuyla beraber gelmişti sanırım. Yine de bir kaçamak yapıp gerçeklerden uzaklaştığımda “Acaba nasıl olurdu?” sorusu bir tebessüm yayıyor dudaklarıma.

      Paralel yaşamlarımın birkaçında meslek hayatıma hobilerimi yerleştiriyorum. “Hobi mesleğe dönüştüğünde, keyif olmaktan çıkar” laflarına tıkıyorum kulaklarımı. Bir yaşamda müziğe adıyorum mesela kendimi. Ortaokul yıllarının kapısında, “Normal okulu mu, konservatuarı mı seçeceksin?” sorusuna bu defa konservatuarı diyerek melodilerle çevrelenmiş bir yaşama adım atıyorum ve hayatımı başka bir kanaldan seyre dalıyorum. Yayın akışında, çok sesli koroları, senfonileri, müziğe eşlik eden sahne sanatçılarını, notalarla süslü gösterileri izliyorum. Belki de elimdeki kumandanın her an kanalı değiştirebileceğini bilmek, bu keyfi ikiye, üçe katlıyor ama onu dışarıdan seyretmek bana hep cazip geliyor.

      Enstrümanlardan dökülen notaların ardından başka bir yaşamda doğanın seslerini dinleyen bir