Bir Öğle Vakti
AĞAÇ
Çocuk ağlayarak içeri girdi.
–Dede, bizim koz yıkılmış!
Adam birden yerinden doğruldu… Telaşa kapıldı. Bir ağlamak geçti içinden önce. Ne diyeceğini bilemedi.
–Ne zaman olmuş bu, dedi…
Bir yandan da aceleyle giyinmeye çalışıyordu.
–Bilmiyorum, dedi çocuk. Şimdi gelirken gördüm. Öyle upuzun yerde yatıyor. Dalları da kırılıp dökülmüş.
Kapıdan baktı önce. Durdu. Evet, o ağaç, o koskoca ağaç öyle upuzun yatmış, dalları kırılıp dökülmüştü. O an sanki bir kürek kor düştü içine Hasan dedenin. Yüreği dayanmadığı halde ağacın yanına gitti, yerde yatan gövdesini okşadı, sevdi. Belki de ilk kez dikkat ediyordu ağaca böyle. Zavallı ne kadar da yaşlanmıştı. Kabukları yer yer sıyrılmış, kurtlar gövdesini delik deşik etmişti. Yine de dallarının çoğu yapraklıydı. Üstünde bir hayli de ceviz vardı. Gitti, kavlamış bir dal parçasını eline aldı, ağacın gövdesine oturdu, elindeki dal parçasına öyle uzun uzun baktı… Belki o anda hayret edilecek bir şey olmuştu: elindeki o kupkuru dal yeşermiş, ceviz ağacı o yemyeşil dallarıyla yine öyle eskisi gibi dimdik ayakta duruyordu. Peki, biraz önce gelip onun yerde yatan gövdesine oturmamış mıydı? Bu işe biraz şaşar gibi oldu. Ama işte ağaç, işte kendisi… Ağacı belki uzaktan görüyordu, belki de öyle net olarak göremiyordu ama her şey bir gerçekti. İşte her şeyler gözlerinin önündeydi.
Karşıda harmanlar dövülüyordu. Kendisi küçük bir çocuk… Dövenin üzerinde öyle fırıl fırıl dönüyor. Öküzler ne de kocamandı öyle. Ninesi, karşıdaki kaynarcadan doldurduğu su testisini getirip dedesine veriyordu. Samanlar öyle sarı sarı… Kokusu da bir sıcak… Sonra nasıl oluyordu, araba dolusu mısır başakları taşınıyordu aynı harman yerine. Kadınlar ay ışığında mısır soyuyorlardı. Şarkılar söylüyordu bir gelin. Raife gelin mi, derlerdi… Hemen her yıl mahallenin bütün kadınları toplanırdı buraya. İşte tam şuraya… Orada gölle kaynatırlardı, sofralarda yemekler yenirdi, galiba maniler de aha şurada, söylenirdi. Salıncağın kurulacağı dal belliydi. Şu dal işte. Şu gün batıya doğru uzanan sağlam dal… Kadınlar, kızlar sallanıp dururlardı gülerek, şakalaşarak. Çocuklar dereye yukarı çıkarlardı. Öyle yalınayak… Göller vardı, öyle derin göller değil… Korkmadan girerlerdi içlerine… Ayaklarına kumlar batardı sonra… Sonra kazanlar kurulurdu buraya, ceviz ağacının gölgesine. Gövdeden ve dallardan oldukça uzak… Dedesi sıkı sıkı tembih ederdi kadınlara. Ağacı kollayın, derdi. Çamaşır yıkama günleri olurdu. Nasıl zevkli günlerdi. Gidip yakın yerlerden kuru dal parçaları taşırdı çocuklar annelerine. En iyi dalları ben mi getirirdim de annem öyle çok severdi beni. Yoğurdu çalkadıktan sonra elime tereyağı sürülmüş sıcacık bir ekmek dilimi verirdi…
(Televizyonda ne çok reklam vardı. Torunu ille de reklamlara bakacak. Dede, bak ne güzel yağlı ekmek. Sünger gibi… Hiç mi hiç sevmezdi bunları ama torunun hatırı için, ne yapsın, ister istemez çok güzel, derdi. Sahi, torunu neredeydi şimdi…)
Ceviz ağacının gölgesindeki o büyük, yassı taşa akşamüstleri daha çok kimler gelip otururdu; onu geçirdi aklından… Taşa bakındı önce, göremedi, sonra taş çok uzaklardan sanki bir tüy hafifliğiyle yanına gelip yerleşti. Önce karşı evden, Üzeyirlerin Halil Dayı, o işlemeli mintanı, siyah poturuyla çıktı, güvez kuşağının katından tabakasını çıkarıp bir sigara sardı, karşı tepeye batmakta olan güneşe baktı. Sonra dört kişi oldular birden. Üçü o taşın üstüne, biri de biraz ilerideki yuvgu (yuvak) taşının üstüne oturdu. Sanki her akşamüstü aynı yere mi oturuyorlardı, aynı şeyleri mi konuşuyorlardı. Neler konuşurdu bu adamlar? Bulgar zamanından söz ederlerdi. Yokluktan. Birkaç okka tuz, birkaç kalıp sabun için yaya olarak ta Kırcaali’ye gittiklerinden söz ederlerdi. Bu adamlar dediği ona en yakın insanlar işte. Kör Sali Aga, Yamuk Osman, dedesi, bir de Çoban Hüseyin… Çoban Hüseyin dayının bir hüneri vardı ki dillere destan… Yaptığı bastonları çakısıyla oyarak çeşitli hayvan resimleriyle süslerdi. Yamuk Osman Aga herkesi güldüren bir hikâyeyi sık sık anlatırdı. Yine o hikâyesini mi anlattı da gülmeğe başlamıştı arkadaşları. Kulak verdi, konuşulanları bir türlü işitemiyordu. Sonra, Yamuk Osman oradan bir kalktı, sanki bir bulut olmuştu; birazdan elinde bir çatal, bir de kabak, ona kabaktan bir araba yapmamış mı? “Aaa, dede, bak Osman Agam bana ne güzel arabacık yapmış!” Dedesi gülüyor öyle. Osman Agan zaten başka ne işe yarar ki… (Sonra torunu çıkıyordu ortaya. Televizyonun başında her an. Dede, bak, atari… Olmadık şeyler… Ama onun neşelenmesi her şeye değiyor mu, değiyor…) Yukarı dağlara bakıyor bir ara. Pamuk yığını bulutlar… Derenin içindeki ağaçlardan birinde de güzel bir kuş ötüyor. Eski bahar günlerinde miyim? Uzaktan bir ses geliyor. Davul ve zurna sesleri mi? Aaa, elbette davul ve zurna. Arada bir satıcı sesi de geliyor gibi ama yalan. Bir düğün oluyor ki, kendi düğünü. Hayal mi, gerçek mi, anlaması zor… Ceviz ağacının koyu gölgesi altında güvey tıraşı oluyor. Mendil asan kadınlar, kızlar. Bir kadın ağlamaya başlıyor mendili asarken; yanındaki bir başka kadın, “her öksüzün ardından böyle mi ağlarlar,” diyor. Onun da gözlerinde yaşlar… Dereye doğru bakıyor. Annesi sırtında bir demet kuru çırpıyla görünüyor uzaktan. İçinde büyüyen bir sevinç… Annesi koyu gölgenin içinden kendisine gülümsüyor. Sonra karısı, düğün alayı, gelini içeri alışı, kapıya çıkışı, davul ve zurna sesleri içinde bir kalabalık, rakı kokuları, çocukların o sonsuz sevinçleri, boyalı kadınların utanan bakışları… Kızıl akşamın içine gömülen güneş… Bir ses mi işitiyorum yoksa… “Haydi, şeker gibi karpuz, Sarışaban malı bunlar! Pala Remzi dediler… (Bu İbrahim Tatlıses de nereden çıktı şimdi?)
Bir ara karısı geldi yanına. Onu bu halde görünce üzüldü.
–Hadi hadi, dedi. Kendini çocuk gibi yapma. Şunun şurası bir ağaç işte… İnsanlar ölüp gidiyor. Hani anan, hani baban… Hani benimkiler… Hadi gel içeri de dinlen biraz. Hem bu sabah, kahveni de içmedin. Hadi, kızanlar şimdi gelecek tütün kırmaktan… Onları bari üzme böyle…
Birden kesildi davul ve zurna sesleri. O pembe duvaklı gelin silindi gitti ortalıktan. O yemyeşil ulu ceviz ağacı yerle bir oldu. Umutları azaldı. Bir baktı, elinde kuru bir dal… Koyu bir hüzün kapladı içini yeniden. Tamam, dedi. Gelirim birazdan. Şimdi rahat bırak beni. Burada öyle rahatım ki…
Karısı aşağıya, mahalle içine doğru uzaklaştı. Torununun sesi aşağıdan, okulun bahçesinden duyuluyordu. Neredeyse birazdan çocuklar tütün kırımından döneceklerdi. Yemeği de hazırlamamıştı henüz.
Hasan dede karısının ardından baktı. Bu fukarayı da boşuna üzüyorum bu son günlerde dedi. Oysa onun hiçbir suçu yok. Suç bende. Olayları ne diye büyütüyorum bu kadar. Şaşılacak şey. Önce bir toparlamaya çalıştı kendini. Usul usul kalktı oturduğu yerden. O kuru dal hala elindeydi. Bir türlü bırakamıyordu onu. Ağır ağır uzaklaştı oradan. Gözleri yine boylu boyunca yerde yatan ağaçtaydı. Ağaç çok büyük acılar içindeydi sanki. Öyle bir duygu gelişiyordu içinde. Yok, canım, dedi. Olur mu öyle şey… Sonra yeniden yaklaştı ağacın yanına. Yoksa yaprakları daha şimdiden senişmeye mi başlamıştı. Henüz kabukları yemyeşil olan cevizlerden bazılarını sevdi, okşadı. Gözlerinde yaşlar… Ceviz ağacı yeniden canlandı gözlerinin önünde. Sırasıyla kimler silkmedi bu cevizi. Dedesi, babası, kendisi… Ne kadar da bol ceviz yapardı. Kendilerinden başka, konu komşu da baklavalık cevizini buradan idare ediyordu. Sade o mu? Üzümler çiğneniyordu şıra nelerde, tavalarda pekmezler kaynıyordu. O delikanlılar, o kızlar… Pekmez tavalarının içine atılan ipe dizili ceviz içleri… Hasan dede ceviz ağacının o gençlik günlerini anımsamaya çalışıyordu hep. Evliliklerinin ilk yıllarında karısıyla birlikte bu ağacın gölgesinde tütün dizmelerini, o küçük Filips marka radyodan dinledikleri şarkıları; dinledikleri şarkılar içinde kendi yaşamlarının tatlı bir masala dönüştüğünü, karısının o güzel gülüşlerini, onu ilk kez bir kebapçı dükkânına götürmesini, herkeslerden saklı, sonra sonra birlikte film seyretmelerini… Sahi, sanki ilk çocuğunun olacağını da bu ağacın gölgesinde öğrenmişti. O ne sevinç, o ne mutluluk…
Hemen köşeden sarı renkli bir kamyonet göründü. Direksiyonun başındaki genç, yanında oturan karısına döndü. Bak, dedi ceviz ağacı en sonunda devrilmiş, gitmiş. Zaten gövdesini kurtlar