Pakize’nin o” memleket özlemi” dışında Çimentepe’deki “Yeni Muhacir Ailesi”nin önemli bir sorunları yoktu; çocuklar okullarından, arkadaşlarından ve öğretmenlerinden memnundu, buradaki “zengin görünümlü hayat” hoşlarına gidiyordu, yazlık sinemalar vardı, kapının önünden her gün satıcılar geçiyordu, komşular gelip gidiyordu. Pakize’nin babası iki de bir haber gönderiyordu, mektuplar yazıyordu. Kendinize iyi bir ev bulun, para göndereyim, alın, diyordu; çocuklar için hiçbir masraftan çekinmeyin, onları en iyi okullarda okutun, diye yazıyordu. Aziz, her gittiği yerde, sayılıp sevildiğini seziyordu; bu durum da kendisine acayip bir şekilde zevk veriyordu. Semerci Recep’ten gelen mektup da kendisini iyice sevindirmişti. Kendinize bakın, diyordu; isterseniz geri dönebilirsiniz, kayınpederinle konuştum, fırka kumandanı eğer Türk tebaasına geçmemişlerse, tekrar kaçak olarak gelsinler, Aziz, hiç korkmasın, diyormuş… Bütün bunları karısına anlatırken, ha, bir de o Çukurçayırdaki on dönüm yeri kavak ekmiş, biz dönünceye kadar büyüyüp onları satalım, diye; benim bu aretliğimin kıymeti bilinecek gibi değil; dedi; kadının aklı belli ki başka yerdeydi, hangi yeri kavak ekmiş; onu anlamadım, dedi. Canım hani içi her zaman suluk bir çayırımız vardı ya, leylekler bütün yaz suyun içinde çıpıl çıpıl gezip durmadan su yılanı, kurbağa avlarlardı, işte o çayırı kavak ekmiş…
Kadının içine bir sevinç dolardı; yani memleketimize istediğimiz aman gidebiliriz, evlerimizi, komşularımızı, anamı-babamı, kardeşlerimi gidip görebilirim; öyle mi; oh, içim şimdiden rahatladı, derdi.
Çok şükür, kendilerinin ve çocukların sağlıkları da yerindeydi; fırsat buldukça Konak’a, oradan “Kordonboyu”na gidiyorlardı. Aziz faytona Gümülcine’den alışık, fayton sefalarını severdi, buranın faytonları daha süslü, daha da parlaktı, ailece binerler, kordon boyunca fayton sefası yaparlardı. Küçüğünü, sünnet düğününde sokak sokak, faytonla gezdirmişlerdi, çocuklarda o ne keyif, ne şenlikler; “Yeni Muhacir”in oğlunun sünnet düğünü varmış, diye bütün Çimentepe oradaydı. Bazen evlerinden çıkıp Konak Meydanı’na kadar yaya yürümek istiyordu canları, o taştan merdivenlere aşağı konuşa konuşa, etraflarına bakına bakına iniyorlardı, “Mezarlık Başı”na, oradan İki Çeşmelik; daha sonra da Konak Meydanı… Merdivenlerden inerken düz bir alanda kuru zeytin ağacı gövdeleri vardı, bazı gençler orada ustaca top koşturuyorlardı, büyük oğlu, baba, biz de bazen buraya gelip top oynuyoruz, derdi.
İki Çeşmelik semtine gelince ya da o semtin adını duyunca Pakize’nin içine koyu bir karanlık çökerdi, içine yerleşen hüzün, yaşadığı bütün mutlu günlerinin üstüne sanki bir sünger çekerdi; öyle tiksinmişti hayattan, hayatı, artık içinden çıkılması mümkün olmayan bir “çile” olarak görmeye başlamıştı. Kendinin ruhu ve bedeniyle birlikte bir “hiçliğin” içine sürüklenmekte olduğu sanısına kapılır, “ürküntülü haller” geçirirdi. Belki de bu yüzden, ne vakit buradan geçmek mecburiyetinde kalsalar, Aziz’e başka taraftan gitsek olmaz mı, diye sorardı; Aziz kendisine şefkatle bakar, sen söyle, nereden istersen oradan gideriz gideceğimiz yere, derdi.
Çocuklar çok mutluydu; denizin kıyısında gezinirlerken, iki kardeş koşup şakalaşıyor, birkaç metre içeride teknelerden denize olta atan balıkçıları seyrediyor, tutulup da su dolu kovalara konulan balıkların başında dakikalarca duruyorlardı. Aziz, gezip tozmayı kendisi de seviyordu, aniden, daha önce hiç sözü geçmemişken hadi, sizi Karşıyaka’ya götüreyim, derdi, gider Saat Kulesinin biraz ilerisindeki gişeden bilet alır, çok geçmeden kıyıya yanaşan büyük bir yolcu gemisine binerlerdi. Önce denizin o masmavi sularından, küçük kayıkları hoplatan dalgalardan biraz korkarlar, daha sonra geminin ardında burularak köpüren suların ardında kendilerini adeta kuyrukları üstüne dikip yeniden denizin mavi sularına atan balıklara hayranlık ve büyük bir merakla bakarlardı. Orada, yine sahil boyunda gezinirlerken, birden aklına gelmiş gibi, aaa, az daha unutuyordum; buraya gelmişken Atatürk’ün anasının mezarını da görelim… Ortada mezarlık falan yok, bir türbe, üstünde de koskoca bir taş, çocukların pek dikkatini çekmezdi görünüm, ileride korda “süt başak” pişiren birinin başına koşarlardı; herkese birer “taze mısır”; Pakize Hanım, daha ilk ısırışta, ah, derdi, nerede kaldı köyümün o tatlı mısırları, bunlarda öyle bir tat yok ki…
Gerek Aziz’in mert görünüşü, gerek Pakize Hanım’ın içten misafirperverliği, çocukların da arkadaş canlısı olmaları bir de oyuncaklarını onlarla paylaşmaları “Yeni Muhacir”in evine misafir akınlarını sıklaştırmıştı. Aziz, aklından geçen, ancak hiç kimseye açmadığı ve açmayacağı bir düşüncesini gerçekleştirmek için bambaşka ve hiç kimsenin aklına getiremeyeceği bir yol buldu. Artık rahatlıkla başta Semerci Recep olmak üzere kendi köydeki hısım akrabaları ve arkadaşlarıyla mektuplaşıyor, gelip gidenlerden haberlerini alıyor, bütün bunlarla biraz olsun memleket özlemini gideriyordu. Pakize’nin de başta dedesi, ninesi, anne ve babası, kardeşleri olmak üzere herkesle arası gayet iyiydi, o büyük aile içinde kendisini sevmeyen yoktu, bu da kendisini ayrıca mutlu ediyor, kendini daha geniş ve yoğun bir sevgi dünyası içindeymiş gibi hissediyordu. Bir gün mağazadan geldikten sonra biraz dinlenmişler, Pakize mutfağa geçip çay demlemiş, Aziz yeni aldıkları koltuklardan birinin içine gömülmüştü. Birazdan Aziz’in her zaman elini yakan o ince belli çay bardakları masaya dizilmiş, çocuklara açık, kendilerine demli çay koymuşlardı. Küçük çocukları, anne elim yandı, diye bağırdı bardağı avucuna alırken, Aziz güldü, her yerde, her şeyde dikkatli olacaksın, diye oğlunu uyardı, bak abine, o nasıl dikkatli; büyük çocuğun da eli canı yanmıştı ama babasının bu sözü üzerine ses çıkarmadı. Birinci bardakları tam içmişlerdi ki Aziz, Pakize, dedi, baksana, durup dururken aklıma ne geldi, söylesem katiyen inanmazsın… Kadın, dur bakayım, diye geçirdi içinden bakalım gene ne şeytanlık, düşünüyor; eee, dedi, neymiş o? Hani dedenin paytonda çekilmiş bir resmi vardı; bir mektup yazsak da bize o resmi göndersinler; ben de onu burada resimci de büyüttürüp ardımızdaki bu duvara assak? Kadın biraz şaşırmış bir halde, bu işin altında bir şeyler olduğunu sezmişti ama bunun ne olabileceği hakkında hiçbir öngörüsü olmadığını da anladı; sadece sordu: bu da nerden çıktı; hiç dedi Aziz, o resmi çok severdim, hem de o kıyafeti, körüklü çizmeleri bana biraz da aretliğimi (Semerci Recep) andırıyordu. Bu fikir kadının da hoşuna gitmişti ama Aziz’e tamam, ben o işi hallederim, kolay; ama benim de senden bir isteğim var; sen de onu yapacaksın; o yaptığın şeyi beğenmiyorum; üstelik senin gibi bir adama yakışmıyor da; artık çocuklar da utanıyorlar. Aziz, karısının ne demek istediğini o anda anladı; karşıki bakkalda her mağaza dönüşünde iki şişe “Tekel” birası içiyordu ya, muhakkak o meseleydi; zaten ötedeyken de ara sıra aretliğiyle (Semerci Recep) de kasabada birer “ellilik” içiyorlardı, burada da o sıkıntılı günlerde kendini bu “bira illeti”ne alıştırmıştı. Bu alışkanlığını kendisi de beğenmiyordu ama bu mereti bırakmak da pek o kadar kolay bir iş değildi. Karısına sevgiyle ve gülümseyerek baktı; tamam, anladım, dedi, söz; artık o iş bitti, erkek sözü –bıyıklarını burdu- karısı, hadi hadi dedi, “onlar kedide de var;” insanı durup dururken güldürme… Yahu, söz, diyorum; çocukların ikisi de gidip üstüne atladılar, “yaşa baba” diye bağırdılar, Aziz’in yanaklarından öptüler; Aziz’in gözleri doldu, ilk kez böyle hissetti kendini, çocuklarını kucakladı, kadın uzun