Nizam ayrı telden çalıyordu.
“İsfahan’ın yarısı ikta olarak verildi. Hala burunlarını sokmadıkları yer yok! Senden umdukları bir şey olmasa nikaha izin vermezlerdi.”
Hayyam’ın alnından terler fışkırdı. Nizam, kızı bırakmış, sülalesini yeriyordu. Cennet sahnesine baktı. Diğer tutsak kadınların şaşkın ve hantal davranışlarına karşılık Sılahan, keşif askeri kadar uyanık, dişi pars gibi sessiz ve hızlı yapıyordu işini. Tepesi attı. Bu yergileri cepheden savunma kararı aldı. Sesini yükseltti.
“Bu hatunda vefa var.” dedi. “Ak gününde, kara gününde yanında yer alır. Güzelliği ay ışığı gibi görülür fakat gösterilemez!”
Kestirip atmıştı. Nizam acılı bir gülümsemeyle baktı.
“Sen âşık olmuşsun Hayyam! Kan dökücü bir cellada âşık olmakla aynıdır böyle bir güzele meyletmek.”
Böyle anlarda en doğrusu yüreğindekini haykırmaktı. Hayyam’ın sesi buz gibiydi.
“Hürriyet içinde beni seçmesinden kıvanç duydum. Cariye almaya benzemiyor bu!”
Sonra bir dörtlük söyledi.
“Bir yürek ki yanmaz yürek denir mi ona? Sevmek haram! Yüreğinde ateş olmayana! Bir gününü sevgisiz geçirdinse yazık! En boş geçen günün o gündür inan bana!
“Kusuruma bakma!” dedi Nizam. “Ben Türkleri savaşta, kervancılıkta severim en çok!”
“Bilirim!” dedi Hayyam kaşlarını çattı.
“Bunca zahmetli işi gören bu mübarekleri bırakalım da bunlar dilediği gibi davransınlar öyleyse. İsyan çıkardılar medreselerde okuyabilmek için. Az kan dökülmedi. Fakat bu istekleri karşılanınca kimseye bir zararları olmadı!”
“Evet, ben dahi alıştım, hoşnudum, lakin saray kalemi dahil her yere doluşuyor kadınları. Bereketi kalır mı bilmem şah devletinin?”
Nizam durakladı. Hayyam’ı boş yere örselediğinin farkına varmıştı. Sabbah konusu çözülmüştü. Melikşah’la aralarında şimdilik ciddi bir mesele olmadığı halde sırf saraya yakın olma ihtimali olduğu için bir kadına karşı Hayyam’ı soğutmaya çalışmak anlamsızdı.
“Benim de zaaflarım var, her insan gibi!” dedi. Ardından ekledi. “Ay ışığı gibi görülür fakat gösterilemez diyerek, ne de güzel tarif ettin gönül iklimini Hayyam! Takdir ettim! Sen bana bakma! Sana latife etmezsem kime edebilirim?” dedi.
Güvenlik hariç, her işte Melikşah’tan fazla kudreti olan Nizam, gerçekten de yalnızca Hayyam’ın katında ciddiyetinden sıyrılabilir, aklına eseni söylerdi.
Dostça bakıştılar.
Hayyam’ın işaretiyle sâzendeler bir Meraga havası çaldılar. Nizam, musikiyi içer gibi dinlerken sordu.
“Hasan Sabbah gidisi için bunca altını saçtığına değer mi?”
Hayyam’ın uzun zamandır gerilmiş yüzünde ilk defa küçük bir tebessüm belirdi.
“Bazen, bin geceyi bir geceye sığdırmak içindir altın, hayatı hızlandırmaya yarar. Ne dermiş merhum İbni Sina ‘Ancak harcadıkların senindir. Sakladıkların başkaları içindir.’ ”
Hayyam normale dönmüştü. Nizam derin bir nefes aldı. Merak ettiklerini de öğrenmişti. Vedalaşma anı da çoktan gelmiş, geçiyordu.
Nizam, müzik eşliğinde giderken Hayyam, yüreğinin ferahladığını hissetti. Nizam’ı, Sabbah’ın geleceğinden haberdar etmekle iyi yapmıştı. Zaten duyacağı bu ziyareti eğer bildirmeseydi esas tehlike o zaman belirecekti. Can düşmanıyla gizlice buluşan bir hain olarak algılanacaktı, Nizam’ın nazarında. Sabbah’ın ihtirasının tedavi edilebileceği fikri de kudretli vezirin öfke şimşeklerini yatıştırmış olmalıydı.
IV
Ah Yaratan, dünyayı yeniden yarataydı, Yaratılırken beni de yanında tutaydı, Derdim “-Ya benim adımı sil şu defterden, Ya da, benim dileğimce yarat dünyayı!..”
Hayyam, kendi tasarısı olan cennet sahnesinde; sâzendelere, rakkâselere şadırvanın, kameriyelerin arkasında duruma göre gizlenecekleri yerleri, neşe içinde ayarlıyordu. İsfahan’ın ünlü köşklerinden, dillere destan geniş bahçelerinden ödünç alıp getirdiği tavus kuşu, keklik gibi cennet sahnesine yakışır mahlukları, uygun yerlere iliştiriyordu. ‘Tavus kuşları çiçek tarlalarının arasında rahatça gezinebilirdi ama sükuneti bozup dikkat dağıtacak kadar zinde ve hızlı kekliklerin ancak palazları, yani yavruları yani kalemkaşlarına gezinme izni verilebilirdi!’ Etrafın kirlenmesini istemiyordu. Çünkü bu sahn-ı cennet gecesi uzun olacaktı. Hayyam’ın talimatları yağmur gibi bu minval üzere yağarken, sâzendeler başı Pervin, Hayyam’dan aldığı keseyi açarak dağıtınca, neşeli kahkahalar büsbütün arttı.
Hayyam, bir fırsatını bulup, biraz önce kaba davrandığı Sıla Hatun’un gönlünü almak için yanına geldi. Bir bahaneyle etrafında dolaştı. Beklediğinin aksine Sılahan darılmış gibi durmuyordu.
“Misafirimin dikkatini dağıtmak istedim!” dedi Hay-yam.
“Başvezirdi gelen değil mi?”
“Nereden anladın?”
Sılahan’ın kömür gözlerinde parlayan mecalsiz şimşekler, ‘Sen beni ne sandın?’ diyor gibiydiler. Utanıp sıkılarak usulca fısıldadı.
“Beni haksız yere paylaman ele verdi seni.”
Hayyam’ın gönlündeki yıldızları yele verdi bu eda, bu naz.
“Boş ver siyaset ehlini.” dedi. “Bunlar aç kaplandan daha yırtıcıdır!” Bu bülbüller niye böyle içli içli şakır sana hikayet eyleyeyim.”
Sılahan’ın geniş yanakları, masala acıkmış bir çocuk yüzü gibi aydınlandı. Tünekten tüneğe zıplayan bir bülbülün kafesine sokuldular.
“Bülbüller!” dedi Hayyam.
“Sabah erkenden bağa gelirler. Üzüm ya da erik gibi birkaç meyveyi gagalarıyla yaralarlar. Akşam geldiklerinde, aynı meyvelerde yaralar kararmış, genişlemiş, özleri hafiften alkole dönüşmeye başlamıştır. Bu özü gagalarıyla didikleyip katre katre yudumlarlar. Bu da onların parmak kadar canlarının sermest olup şakımalarına yeter. Şarabı, bülbülleri izleyerek bulmuş olmalı Cem. Belki de birlikte buldular Dianisos’la! Üzümün özü, şaraba dönüşür, bizim özümüz ruha. Şarap o yüzden ruha yakındır. Şarabın kıvamı üzümün macerasına bağlıdır, ruhun usaresi de hayat tecrübemize…”
Sılahan’ın korku bilmediği gibi küskünlük de bilmeyen kömür gözleri esmer bir aydınlıkla harelendi. Bunca güzel körpe rakkasenin, onca işin arasında kadife gibi yumuşak bir sesle kendisine böyle ince, büyülü sözler sarf eden Hayyam’a yalın bir sevgiyle baktı.
“Sen anlatınca her şey ne kadar güzelleşiyor!” dedi. Kafesteki bülbüle ince parmaklarıyla yarısı kararmış bir üzüm tanesini uzatarak. Bakışları kenetlenmek üzere ısrarla birbirini aradı. Yüz yüze geldiler. Sılahan’ın kömür gözleri Hayyam’ın şair gönlünün karanlığına sonsuza dek simsiyah ışıklar düşürecek başka kanunlara sahip bir çift büyülü yıldız gibi parladı.
“Gönlümü zaten almıştın. Sanki seninle doldum