TÜRKİYE
HAYYAM’IN KONUKLARI MATEMATİK VE ŞİİR
Orhan Seyfi Şirin
Kimin bu yerler gökler? Hepimizin! Gözleriyiz, ortak akıl denen denizin. Bir yüzük gibi kuşatıcıysa da evren. Işıklı taşında nakışlarıyız o yüzüğün!
I
Dört bir yana koşturulan atlardan yükselen nal sesleri, haykırışlar gecenin sessizliğini bozuyordu.. İsfahan ayaktaydı. Avdan dönmekte olan dünyanın en kudretli sultanı Melikşah, İsfahan Gözlemevi’nin bulunduğu tepenin yamacında bulunan Ömer Hayyam’ın minyatür köşküne hırsız girdiğini duyunca, üç bölükten oluşan üç yüz atlısına ‘ol uğruyu tez tutun!’ diye buyruk vermişti.
Hayyam’ın nikahlısı Sılahan, Dumankır adlı atıyla geldiğinde yasaların işlemesinden ve şehrin güvenliğinden sorumlu Subaşı ve iki askeri evden çıkıyorlardı. Askerler Subaşı’na Yasavulbaşı diye hitap ediyorlardı. Hırsızın yalnızca birkaç kitap, bir iki risale aldığı konuşuluyordu. Sılahan, yalnız kaldıklarında dövünmekte olan Hayyam’ı teselli etti.
“Bir yana kaçamaz. Melik’in atlıları her yanı tuttu!” dedi.
“Fakat bu kitap uğrusu, akçe uğrusu değil ki!”
“Fark eylemez! Kimi görseler tutacaklar bu gece İsfahan’da.”
“Gün ağarırsa iş işten geçer!”
“Neden? Kitapların mürekkebi solacak değil ya!”
“Bir ilacın terkibi beş dakikada ezberlenebilir! Bir varak, bir sahifeydi hepsi!”
Sılahan daha fazla sorup Hayyam’ı büsbütün kızdırmak istemedi. Hayyam’ın endişeli yüzünden meselenin ciddi olduğunu sezmiş, sırtı ürpermişti. Kuyuya sarkıttığı bal şerbeti aklına gelip seğirtti. Döndüğünde Hayyam geziniyor, hızını alamayıp öfkeyle duvarları omuzluyordu.
Kapı sert sert vuruldu. Ardından hoyratça itilerek açılan kapıdan kaftanı eski, çizmeleri çamurlu, kirli sakallı bir Selçuklu subayı sallanarak girdi.
Ömer Hayyam “Dokuz davar bir kürk, kaba saba bir Türk!” diye yüksek sesle mırıldandı. Aynı anda sarardı. Sılahan’la göz göze geldi. Sılahan da aynı şaşkınlıkla dizlerinin üzerine çökmek üzereydi. Bir an, Melikşah sanmışlardı geleni.
Saçı sakalı karışmış perişan subay, daha fazla merakta bırakmadı.
“Adım Yüzbaşı Sungur” dedi. “Selçukîler birbirini andırır Hayyam Ata!”
Hayyam isyan halindeydi. Kendinden ancak sekiz on yaş küçük olduğu gözlenen subayın kendisine “ata” diye hitap etmesiyle biraz yatışır gibi olmuştu.
“Yüzbaşı!” dedi gezinirken… “Bir kitaplarımı koruyamadı bak sizin Selçukîler!”
Sözlerinde sızılı bir sitem vardı.
Yüzbaşı mahcup, başını eğdi. Koltuğunun altından bir imbik çıkarıp uzattı.
“Yolda buldum. Sizin mi bu imbik?”
Hayyam, içinin kalayı yeşile çalan konik biçimli bakır imbiği burnuna götürdü.
İsfahan’da, bilginler, eczacılar, seramikçilerin işliklerinde, lâboratuarlarında kaynayan yüzlerce imbik içinde bu imbiği kokusundan derhal tanıdı. Sevinçten bir çığlık attı.
“İmbiği götürememiş dümbük!” dedi. “Cübbesinin altında belli olur diye! Başka ne buldunuz?”
Yüzbaşının Gazne işi, kavı silinmiş zırhının gergedan göğüslüğüne, çamurlu pelerinine, kaybolan buruşuk kağıtlardan, bir iz bulmak ümidiyle baktı. Göz göze geldiler. Yüzbaşı, başını iki yana salladı. Hayyam’ın sevinci kısa sürmüştü. Beynine kan sıçradı. İmbiğin bulunması önemli değildi. Asıl önemli olan tek sayfalık formüldü. Kötü bir insanın eline geçerse, bir dizi tatsızlığa, hatta felakete yol açabilirdi. Bu yüzbaşıyı da bir an önce defetmenin bir yolunu bulmalıydı. Hayyam, böyle düşünerek tekrar gezinmeye başladı. Yüzbaşı kollarını açıp gevrek sesiyle kükredi.
“Hayyam Ata! Berü gelgil, sana ne diyem. Bilgil ve âgâh olgıl; kim, ol uğruları buluruz gam yimegil! Yalıngız senden bir nesne soraram, haber vir gil!”
Hayyam ve Selçuklu’nun diğer bilginleri; ilmi Arapça, edebiyatı Farsça takip ettikleri gibi saray ve ordu dili olan Türkçe’yi de bilirlerdi. Hayyam taşralı ve kaba bulduğu bu şiveye aynı üslupla cılız bir yanıt verdi.
“Sorgıl!”
“Kimler gelir otağınıza? Bize haber vergil!”
Hayyam hırsızı unutup kendi derdine düştü. Dehşetli ürperip, çaresizlik içinde yutkundu. Kocakarılar gibi ellerini yanlarına vurdu. Yan döndü.
“Sormagıl!”
Son konuklardan birisi Başvezir Nizamülmülk, diğeri ünlü Hasan Sabbah’tı. İkisi de herkesten ve birbirlerinden habersiz gelmişlerdi. Üstelik artık can düşmanıydılar. Hayyam bunu, helede bu hırpani küçük rütbeli subaya nasıl söyleyebilirdi? Böyle bir bilginin sızması demek; ihanet, pusu, hatta cinayet demekti. Bir daha hanesine böyle renkli kimselerin uğramama ihtimali de cabasıydı. Fakat eprimiş giyimli yüzbaşı ısrarlıydı. Kendi aklınca yorum yapıyordu.
“Bu uğru, yedi başlı ejderha değil ki!” diyordu. “Âdem oğludur. Sen hele bir söylegil. Göresin ana ne işler idem, bilgil!”
Hayyam, böyle gezinerek caka yapan yüzbaşıya acıdı.
‘Yedi başlı ejderhaya düğüm atar bunlar!’ diyecekti… Yutkundu, diyemedi.
Tekrar “Sormagıl! ” diye inledi.
Kaşgar dokumaları, paha biçilmez el yazmaları, ipek perdeler, gümüş takımlar, sedef kakmalı sandıklar; velhasıl her şey yerli yerindeydi. Yüzbaşı etrafa baktı.
“Altın ve akça almış mı uğru?” diye sordu.
“Bir iki kağıt parçası, risale ve bir küpecik macun.”
Yüzbaşı’nın gözleri faltaşı gibi açıldı. Tekrar kükredi.
“Buları uğru çalmaz ki Hayyam Ata! Konukları tiz söylegil bana! Hikayetleri nedür? Kanden gelürler?”
Hayyam yan dönüp ‘fesupanallah’ çekti.
“Ne yapacaksın?”
“Değnek vuracağım. Yiğreği budur!”
“Hangi devirde yaşıyoruz yahu? Bu medenî devirde insanlığa sığar mı konuklara değnek vurmak. Hem benim konuklarım ilim sahibi insanlardır!”
“Ne olmuş bu çağa?” dedi yüzbaşı küstahça. “Her nesil kendini son nesil sanır, derdi bibim! Bizim dahi çağımız geçince, İskender misali tozumuzu savuracak zaman!”
Hayyam bilge sözler söyleyen yüzbaşıya baktı.
“Ona bakarsan ben de hep başkaları ölecek kendime bir şey olmayacak sanırım!” dedi.
Hayyam’ın sözü hafif kalmıştı. Pek de boş konuşmayan yüzbaşının sözleri; gökkuşağı gibi, aralarında asılı duruyordu. Hayyam’a yaşadığı çağ, en son, en ileri çağ gibi geliyordu gerçekten de. Gitmeyecekmiş gibi durduğu dünyaya ürpererek baktı. Bu anı kendince ölümsüz kılacak mısralar kulaklarında yankılandı: “Niceleri geldi neler istediler. Sonunda dünyayı bırakıp gittiler. Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi? O gidenlerde hep senin gibiydiler!” Yüzbaşıya, aldığı ilhamın minnetiyle bakmak için döndü. Yüzbaşı, söylediği sözlerin büyüklüğünden habersiz, evin konuklarından olduğundan emin bulunduğu, meçhul uğruya verip veriştiriyordu.
“Değil mi ki uğruluk etmiş? Okusa ne çıkar? Vezir olsa fark eylemez! Zaten bu mollalar değil mi ki, yüz bulsalar İran’da, Turan’da şarabı bile yasak eylerler,” dedi.
Hayyam’ın tepesi