Göç
ÖNSÖZ
Mevlüd Süleymanlı 1943 yılının Mart ayının 18. günü eski adı (Çiçe-Cücu?), yeni adı Kızıl Şafak köyünde dünyaya geldi.
Kızıl Şafak, Koçkar Dağı eteklerinde, şimdi Ermenistan diye anılan sınırlar içinde kalmış 500 hanelik bir Türk köyüdür ve Ermenilerin “Kalinino” dedikleri Celaloğlu kasabasına bağlıdır.
Buralar tarihin başından beri Türk yurdu olmuştur. Nereye bakarsanız bir Türk nişanesiyle karşılaşırsınız. Babalarımız Kür ve Aras ırmakları arasında kalan sahaya Arran, Aran demişler. Kadim Saka Türklerinin anavatanı olan bu topraklara Çarlık Rusya, İngiltere’nin de teşvikiyle 1813 Gülistan ve 1828 Türkmençay Antlaşmasından sonra Ermenileri Suriye’den, İran’dan, Osmanlı hakimiyetindeki yerlerden getirterek yerleştirdi. Türkmençay antlaşmasıyla Türk yurdu Azerbaycan ikiye bölündü; Güney’i Farsların, Kuzey’i Rusların işgaline uğradı. Çarlık, Batının sömürgeci Hıristiyan devletlerinin de yardımıyla Ermenileri getirip Azerbaycan’ın batısına yerleştirirken, Doğu Türklüğü ile Batı Türklüğü arasında köprü olan Azerbaycan Türklüğü ile Türkiye Türklüğü arasındaki coğrafî bağlantıyı kesip arada tampon bir bölge yaratmak gayesini güdüyordu. Evet, bir zamanlar tamamı Türk olan bu yerlerde artık Ermeniler hâkimdir.
1988 Eylülünde Azerbaycan seyahatimizden eşim Fatma ile Anavatanımıza dönerken bir gece bu köyde kaldık, oradaki bacılarımızla, kardeşlerimizle hasret giderdik. Şimdi Kızıl Şafak köyünde Türk yok artık. Ermeniler, ağababalarının da yardımıyla nice yıldır sürdürdükleri baskı ve zulümle, bazen katliamlarla Türkleri buradaki yurtlarından yuvalarından çıkarıp attılar ve tamamen Ermenileştirdiler. Koç ve at heykelleriyle süslü Tekeli, İmirli, Karakelle, Koçkarlı vb. Türk boylarına ait mezarlıklar yalnız kalacak. 21 Mart Ergenekon Bayramı öncesi tertiplenen “Kabirüstü” merasimlerinde kimse gelip onları yenilemeyecek, üzerlerinde Yasin-i Şerif okuyamayacak. O mübarek kabirler üstünde katil ve vahşi Ermeni çizmeleri dolaşacak, tıpkı Bahçesaray’da, Deliorman’da, Hisargrad’da, Kırcalı’da olduğu gibi. Yattığı toprağı bile çok görülen Fuzuli kabri gibi…
Mevlüd Süleymanlı, Mevlüd kandilinde, anadan olduğu için babası ona bu adı takmış. Mevlüd’ün babası o zaman (İkinci Dünya Harbi’nde) on binlerce Türk gibi cephedeymiş. Evine yolladığı mektupta şunları yazmış: “İki daşın arasında (çok kısa bir anda) yattım, tuş (rüya) gördüm: Baktım ki, Bağdagül (eşi) yatıb (uyumuş), yanında da iki kundak var. Biri sarışın ve uzun, diğeri ise kısa ve garaşın (esmer)… Bağdagül sesime uyandı ve esmer olanı kucağına aldı, sarışın kaldı. O, fazla yaşamayacak. Kara (esmer) olana Mevlüd adını koyun. Adını men verdim, ömrünü Tanrı versin…”
Mevlüd ise bana şunları anlattı: “Sarışın tayımı (kardeşini kastediyor) hele de hatırlayıram. Özünü görmesem de mene çoh yahındı. Ele bilirem içime köçüb… Anam, diyerdi ki, senin tayın meleyke (melek) oldu. O vaht uşağdım, ağlıma yatmışdı, indi daha artık (fazla) inanıram ki, sarışın tayım doğrudan da meleyke olub.”
Mevlüd’ün babası sayısız şehit Türklerden biri olarak İkinci Dünya Harbi’nin kanlı günlerinden birinde, cephede ruhunu Tanrısına teslim ediyor. Anası ona kol kanat geriyor, babasızlığı hissettirmiyor, ama o Oğuz anası bunda ne kadar muvaffak olabilir!?..
Anası onu İlmezli köyündeki okula yollar, ilk ve orta tahsilini burada bitirince Azerbaycan Devlet Üniversitesinin filoloji bölümüne 1962 yılında girer ve 1967 yılında bitirir. Azerbaycan Devlet Televizyon ve Radyo Teşkilâtında dram redaksiyon şubesinde yazar olarak işe başlar. Sonra Azerbaycan sinemasında senarist olarak 1974-1976 yılları arasında, 1976-1980 arası ise “Ulduz” (yıldız) dergisinde çalışır. 1980’den beri “Azerbaycan” dergisinin neşir şubesi müdürü olarak çalışıyor.
Mevlüd Süleymanlı 1964 yılında, Azerbaycan edebiyat âlemiyle tanışıyor. Bu yılda “Ellerim “ adlı şiirini “Azerbaycan Gençleri” gazetesinde yayınlatır. O gün bu gündür Azerbaycan edebiyat âleminin dilinde, gönlünde yerleşmiştir. İlk eseri “Bir Ünvan” adlı şiir kitabıdır. Onu “Ayın Aydınlığında”, “Köç” (Göç), “Şeher Toylarının Sesi”, “Değirmen” takip etmiştir.
Mevlüd’ün ailesi her Azerbaycanlı gibi edebiyata vurgundur. Babası da anası da şiir söylemiştir. Bana, baba ve anası hakkında şunları anlattı: “Atam da şer yazıp, anam da. Atamın Ereb elifbasıyla yazdığı goşmalarını mügeddes bir amanat kimi sahlayırıg. Anam bir bayatısında (mani) bele deyirdi:
Garanguş, garanguş (kırlangıç)
Özüne yuva guran guş,
Menim üreğim ağrıyır
Senin haran guş?!
Anam min illerin Oğuz gelinleri kimi dağlara, daşlara, sulara, guşlara derdini deyir, özünü avudurmuş. Menim edebiyat âlemimin yolu da anamdan başlayır.”
Mevlüd, binlerce yıl at sırtında zaferden zafere koşan ve kendi kültürünü at üstünde yaratan Oğuzların engin dünyasını ruhunda zerre zerre duymuş ve bunları sanatının temel taşı olarak kullanmıştır. Kökü yerin derinliklerinden kalkıp göğün enginliklerine ulaşan, asırların izini takip edip yavaş yavaş vakarla yürüyen bu kültürü bütün yönleriyle ruhuna sindirmiş, feyzini ondan almıştır.
Dedesi (anne babası) de şair ruhlu bir insanmış. Her zaman eskilerin şiirlerini okurmuş. Sazı yokmuş, ama saz çalar gibi parmaklarını göğsünde bir aşağı bir yukarı sallar söylermiş. Bunu hep yaptığından ceketinin sağ göğsü daima erken yıpranırmış. Sohbet ânında coştu mu başını kaldırıp orda olanlardan sorarmış:
Ay ağalar, men gedirem, gapısı açık han kimi,
Altından derya göçer, üstünden duman kimi
Ağır yatar, yüngül (hafif) kalkar, şîr-i aslan kimi…
Âleme ruzu (rızık) verer, ehli-Sübhan kimi…
Deyin görüm hara gedirem men?!
Büyük babası ise tabiat adamıymış. Mevlüd onu şöyle anlatıyor: “O her şeyin eslini ahdaran bir insandı. İnsanla tebietin ancag çiğin çiğine (omuz omuza) yaşıyacağına inanırdı. İnsanı ondan ayrı düşünmeği ağlına sığışdırabilmezdi. Biz ise tebietden aralı düşmüşük, bunun faciesi de özünü yavaş yavaş gösterir. İnsan su, ot, çiçek, ekin, ağac, dağla yanaşı (beraber) yaşayıb öz kökü üsdünde berk (sağlam) dayanmalıdı. Menim üçün edebiyat buradan başlayır, ders kitablarından, âli mekteblerden yoh…
Edebiyat anlayışım ise beledi. Bezen and içirik “bu suyun aydınlığı hakkı”, “bu işıg hakkı”, “bu yol hakkı” kimi. Men bunları nece anlayıramsa edebiyatı da ele anlayıram. Yeni (yani) bilmezsen ki, suyun aydınlığı, işıg hardan senin üsdüne düşdü, aydınlığa gerg oldun.
Sevgi ve gözellik duyğusu insanın könlüne elece düşer, yaşıllıg kimi cücerer (yeşerir). Üreğimin genişliğini bu duyğulara borcluyam. Öz köküme mehebbetim olmasaydı, özge halglara hörmet besliyebilmezdim. Ancag öz eslini seven insanlar dünyanı gözelleşdirer, sülhün bayrağını ucaldar. Üreğinde mehebbet, sevgi olmayanlar ise dünyanı gana bulayar, cinayetler töreder.
Menim üçün en güçlü olan şey zamandı. Sade olduğu kimi de anlaşılmazdı. Vahdı birce edebiyat başa düşdü (anladı). Gorgud Dedenin, Yunis İmre’nin, Garacaoğlan’ın, Nesimi’nin, Fuzûlî’nin vaht hakkındaki dedikleri söz düz (doğru) idi, ona göre de vahdın özü kimi ebedî galacaglar. Çoh impcriyalar (imparatorluklar) vahta deydi, dağıldı, zaman öz yolunda gedir. Zaman yeriyib getdikce bizi özümüzden ayrı salmamalıdı. Halgın özü sirler hezinesidir, bundan ayrı düşmek dehşetdir, cinayetdir.”
Azerbaycan’ın genç ve yetenekli yazarı Mevlüd Süleymanlı’nın dahilî dünyasından ancak banları toplayıp sizlere aktarabildim. Köç (Göç) romanı ise 11 ayımı aldı. Azerbaycan edebiyatının güzel ve zengin bir töre romanını Türk okuyucusuna kazandırdığıma inanıyorum. Okuyucuların takdiri her şeyin üzerindedir, bunun da idrakindeyim.
Romanı neşre takdimden önceki son incelememde