Kızıl CebeRıskul
“RISKUL”
ROMAN
Dönemin Kızıl Cebesi Turar Rıskulov’un aziz hatırasına
I
Hapishane yönetimi “kandırdık” diye düşündü.
Aslan ile kaplanı aynı kafese kapayınca birbiriyle dalaşır, sonunda ikisi de bitkin düşer, yığılır kalır. Özellikle aynı hücrede Kazak’ın yanına bir Rus’u yerleştirmek, Prihodko beye göre aslan ve kaplanın hırlaşmasından öte çatışma ortamı olsa gerekti…
Vali Fon Taube’nin bazen şehrin ileri gelenlerine davet yemeği verme alışkanlığı vardı. O yemeklerin birinde Fon Taube’nin bir sözü Prihodko beyin aklında kalmıştı.
Fon Taube:
– Beyler, dünyanın en güzel hikâyesini biliyor musunuz? Sadece dokuz kelimeden oluşuyor, dedi.
Kimse bilememişti. Kitaplara düşkün olan vali kendisinin çok okuduğunu, çok şey bildiğini bir kez daha göstererek, saygınlığının artacağı hissiyle şöyle dedi:
– İki adam, bir kaplan. Bir adam, bir kaplan. Kaplan…
Beyler enselerini kaşıdı. Çoğunluğu anlamadı, şaşkındı. Vali kahkahayla güldü.
– Beyler, iki adam birbiriyle tartışınca sonuçta biri ölmez mi? Yalnız kalan adamı ise kaplan yer.
Aydınlar valinin bilgisine hayran kalmışçasına hayret içinde şangır-şungur eden kristal bardakların artan sesleri arasında, “Saygıdeğer Fon Taube’nin sağlığına!”, diyerek yerlerinden kalkıp şampanyalarını yudumladılar.
Prihodko’nun hesabına göre, Rıskul ile Bronnikov birbirini yemeli. İşte o zaman kaplan rolünü kendisi üstlenecek, geriye yalnız kendisi kalacaktı.
Birkaç gün geçti, fakat tutuklular arasında hırgür yaşanmadı. Bir seferinde sabırsız Prihodko beyin kendisi hücreyi ziyaret etti.
– Durumlar nasıl Bronnikov? dedi. Bronnikov bu sorunun maksadını anlamıştı.
– Durumumun nesini merak ediyorsunuz, Prihodko bey? Bin böcekle bir Kazak’ın dişleri arasına attınız beni. Dayanılır gibi değil.
Prihodko beyin keyiflendiğini fark etti. Hapishane müdürü dost canlısı görünmek istediği için:
– Ne isteğiniz var? diye sordu.
– Dileğim, mum verdirmeniz.
– Veremiyoruz, malum zararlı kitaplar okumanız söz konusu!
– Eğer “Kutsal kitap” zararlı kitapsa, kalsın diyerek, Bronnikov da tartışmadı. Sadece torbasından cildi dağılmış kitabı çıkararak, kapağını okşadı. Prihodko “gerçekten kutsal kitap mı?”, diyerek elini uzattı.
Hapishane müdürü kitabı açmıştı ki, açılan sayfa dördüncü bölümün ilk sayfasıydı: “Adem baba ve Havva ana evlendikten sonra, Havva ana Kabil adında bir erkek çocuk dünyaya getirdi… Daha sonra Habil’i doğurdu”, yazan paragrafa gözü takıldı.
– Bu Yahudilerin din kitabıymış. Siz Rus olduğunuz için Ortodoks kilisesinin kutsal kitabı İncil’i okumanız gerekmez miydi? dedi, Prihodko, Bronnikov’a gönül koyar gibi.
– Prihodko bey, “İncil” dediğimiz, “Tevrat’ın” yenilenmiş bir nüshasıdır. Esasen aynıdır.
– Nasıl yani, Bronnikov anlamıyorum. Siz Ortodoks kilisesinin kutsadığı krala karşısınız. Bu haldeyken dini kitap okuyorsunuz, anlaşılmaz bir bilmece.
– Kim bilir, ben bu kitabı tekrar okursam, hatamı anlarım belki dedi, Bronnikov.
– Belki, belki de… dedi Prihodko, inanıp inanamayacağından emin değildi.
– Peki, size mum verdireceğim. Siz kitabın anlamını şu küçük çocuğa da anlatın.
Prihodko’nun uzun zamandır niyeti Turar’ın Hristiyan dinini kabul etmesini sağlamaktı. Bu düşüncesini gerçekleştirmek için bunu bir fırsat olarak görüyor gibiydi.
Prihodko bey samimi bir dindardı. Onun taptığı iki güç vardı; birisi kanun, diğeri ise din. Kendi evinin başköşesinde iki resim asılıydı. Birisi İsa peygamber tasviri, ikincisi ise Çar II. Nikolay’ın portresi. Her Pazar günü katedrale onu at arabasıyla Turar götürürdü. Bey katedralde Tanrı’ya kulluğunu yerine getirdikten sonra tekrar çıkıncaya kadar seyis çocuk dışarıda beklemek zorundaydı. Yapması gereken de oydu. Beyi dedi ki:
– Turar nereye gidersen git, atlara kimse dokunmaz, ağaca bağlayıver. Hatta benimle gel, sana ilginç gelecek.
Çanlar çalmaya başladı. Kapının önünde hepsi siyah giyinmiş, yaşlı kadınlar, topal ve kör dilenciler birbiri ardına sıralanmış elleri açık sadaka dilenmekte. Prihodko bey onların açılan avuçlarına kuruşlar atardı. Dilencilerin bir kısmı ise ellerinde teneke kutu ile beklerdi. Atılan para şangırdayarak, kutunun içine düşerdi. Dilenciler beyin ardı sıra yürüyen Turar’dan da bir şeyler koparma çabasındaydı.
– Allah yaşını uzun eylesin, bey oğlu diye, fısıldıyorlardı. Turar verecek kuruşu olmadığı için çekinirdi.
– Allah seni kaza beladan korusun, bey çocuğu, diyerek, kimileri elini öpmeye kalktıkça Turar bu durum karşısında daha çok utanıyordu.
Dilenciler için adamın nesli değil, parasıydı önemlisi. “Bu esmer çocuğun burada ne işi var?”, demiyordu kimse. Prihodko gibi bir soylu ile geldiği için “boş değildir”, diye düşünüyorlardı.
– Allah bahtını açık etsin, yüksek mevkiler kısmet etsin, bey oğul!
Bir yandan kubbenin altındaki bakır çan çalıyor. Katedralin içinden yüreğini sökercesine koronun sesi yükseliyor. Katedral çevresini kuşatan koyu mavi renkli meşe ağaçlarına kadar her şey bu ayinin güçlü çığlığına tabi olmuş, tanrıya tapmak istercesine hüzünlü koro sesini içten içe tekrarlayan yaprakların fısıltısı duyulmaktaydı.
Katedralin merdivenlerini çıkarken Prihodko Bey şapkasını eline alıp, haç çıkarmaya başladı.
Erkeklerin hepsi şapkalarını elleriyle göğüslerine yaslayıp, başlarını iyice yere eğerek tüm içtenlikleriyle haç çıkarmaktaydı. Prihodko bey göz ucuyla Turar’ın tay derisinden dikilmiş yuvarlak şapkasına baktı. Kimsenin şapkası başında değildi, sadece kendinin şapka giydiğini fark eden Turar birden panikledi. Sağ eli kendiliğinden şapkasına uzandı. Bunu fark eden Prihodko onaylarcasına başını birkaç kez hafifçe salladıktan sonra yüzünü yumuşattı.
Turar, o haliyle bu yalvarıp yakaran, ibadet eden guruba ait olmadığını hissetmişti. Diğerleri fırtınanın yere yatırdığı su kamışı gibi bir eğilip bir kalkıyor, sıkılmadan haç çıkarırken kıpırdamadan hareketsiz duran sadece Turar’dı. Prihodko bey göz ucuyla onu tekrar tekrar süzmeye devam etti. Bunun “Sen de haç çıkar!” anlamında bir bakış olduğunu anlayan Turar’ın tüm bedeli ürperse de haç çıkarmaya eli gitmedi. Kolu kol değil, kurşun gibi ağırlaşan kolunu zorlasalar kalkacağı yok.
Minberde sakalı beline kadar uzanan papazın gür sesi sanki tanrının sesiymiş gibi güçlü bir şekilde duyuldu. Tam başköşede iki kolu iki yana gerilmiş, başı gövdesine sarkmış, acı çeken bir adamın resmi, ister istemez dikkat çekmekteydi. Resimdeki adam zayıf, iki ayağı aşağı sarkmış, kemikleri güçsüz ve bedeni bitik haldeydi. “Bu zavallıyı neden çarmıha böyle germişler?”. Bu soru Turar için bir bilmeceydi.
Katedralin içi ayrı bir dünya, gerçek değil, bir düş sanki. Etrafta mumlar yakılmış. Duvarlarda tasvirler kaz gibi dizilmiş. Papazın gür sesi ortalığı inletiyor, koro arada bir basıyor feryadı. Kemikleri sızlatan, yürekleri burkan bir etkiyle bu yalan dünyanın çilesinden, ebedi hayattan bir hayli uzakta gökyüzüne yükselmiş, cennet bozkırlarını hatırlatıyor gibiydi.
Prihodko’nun bakışları sadece sırtını yakan rüzgâr gibi kızgındı. Turar onun ne istediğini hissediyor, ama hareket edemiyordu. Başköşedeki çarmıha gerilmiş insan sureti