– Vasiliy, beni elimden çekerek uyandırdı. Daha gözümü açamadan elimden tutup dışarı çıkardı, evin arkasında akan çayın yanına getirip eliyle işaret ederek geri gitti. Onun ne demek istediğini anladım. Bu, işaret “yüzünü yıka” anlamına geliyordu. O giderken peşinden “neyimden tiksindi acaba?” diye düşündüm. Sabahın serinliğinde soğuk suyla yüzümü yıkadım ve kirli gömleğimin ucuyla silerek, avluyu dolanarak eve geldim. Vasiliy’in hanımı inekleri sağıp bitirmiş, eve doğru geliyordu. Beni görünce “Sen yemek ye.” dedi. Dünkü gibi yer sofrasına oturtarak yemek verdi. Yemekten sonra ben dışarı çıkarken Vasiliy elimden tutarak durdurdu ve sığırları nerede otlatacağımı uzun uzun anlattı. Birkaç dakika dinledikten sonra biliyorum, diye başımı salladım.
– Gökyüzü masmavi. Hava bugün nasıl da güneşli. Otuz civarında sığırı önüme katarak, Tüp deresinin kenarından aşağı doğru gidiyorum. Tek başınayım. İnsanı sıkacak kadar bir yalnızlık hissediliyor. Etrafıma göz gezdiriyorum. Diğer çobanlar epey uzaktalar. Ta uzakta, sığırları yönlendiren iki çoban gördüm. Koyunlar etrafa dağılmışlar. Onların aşağısında, dere kenarında çok sayıda sığırın önünü kapatmış iki adam oturuyor. Onlardan biri dere kenarından çıkagelen sığırlara taş atarak geri çevirdi. Ne kadar da şanslılar diye düşündüm. Ancak onların yanına varmak mümkün değildi; onlar nehrin öbür tarafındalar. Nehrin tam coşkun aktığı günlerdi.
Deminden beri sığırlar rahatsız olmaya başladılar. Hava ısındıkça daha beter oluyorlar. Kuyruklarını sallıyor, oraya buraya koşmaya başlıyorlar. Ben sığırları toplayıp çalıların olduğu bir yere getirdim. Kendim ise sığırların geçemeyeceği şekilde çıkışı kapatarak oturdum. Tüm çabama rağmen, kahrolası kırmızı inek sıcağa dayanamayıp, sağa sola koşuyor, kuyruğunu sallıyor, burnuyla arka ayaklarını kaşıyordu. Bir anda aşağı doğru kaçmaya başladı. Bunu gören öbür sığırlar da kırmızı ineğin peşine düştüler. Dört bir yana dağılan sığırların hangi birinin peşine düşeceğime şaşırdım. Geride kalakaldım.
– Sabah evden ayrılırken Vasiliy: Sığırları kovanların olduğu tarafa gönderme ha! Gönderecek olursan… diyerek, parmağını gösterip tehdit etmişti. Tam bu arada onun dedikleri aklıma geldi. Onun dediği gibi kötü niyetli kırmızı inek doğrudan kovanlardan yana koşuyordu. Ben öbürlerini bırakıp kırmızı ineğin peşinden koşmaya başladım. O, kuyruğunu kaldırmış, hızlı bir şekilde gidiyordu, ben de peşini bırakmayıp koşuyordum. Kovanların olduğu yer, aşağı yukarı kırk hektar gelen otlu bir alandı. Bu yerin bir tarafı dağa, bir tarafı da Vasiliy’in evine çıkıyordu. Otların boyu at üstündeki adamı bile geçerdi. Kırmızı inek otu az olan yerleri geçerek buraya yaklaştı ve insan beline kadar gelen otların arasına girdi. Ben kızgınlıkla koşarken kovanların yanına nasıl geldiğimi anlamadım. Çok sıcaktı, arılar kovana girip çıkıyordu. Bu arada sol gözüm “cız” dedi. Ben gözümün üzerindeki ağrıyla uğraşırken bir sürü arı bana hücum etti. Arının soktuğu sol gözüm hemen şişti. Bu arada kırmızı ineğe yetişebilmiştim. En önemlisi ise kovanlara bir şey olmamıştı. Ağzım kurumuş, kalbim hızla çarpıyordu. Nefes nefese kalmıştım. Kırmızı ineği önüme almış dönüyordum. Peşimizden öbür sığırların neredeyse yarısı gelmişlerdi. Onları da katarak, hepsini beraber sürerek geldim. Sığırların yarısı ise her tarafa dağılmıştı. Zar zor hepsini bir araya getirmeyi başardım.
Vasiliy’in evinde yaklaşık iki ay kaldım. Ancak son zamanlarda halim perişandı. Hiç huzurum yoktu. Gün boyunca çektiğim yorgunluğun ardından, akşam eve geldiğimde de evin hanımı rahat bırakmıyor, her işi yaptırıyordu. Üstüm başım perişandı. Epeydir su görmediğinden sertleşmiş pantolonumun her yeri yırtılmıştı. Kirden sertleştiğinden bacaklarımı acıtıyordu. Gri gömleğimin parçalanmış uçlarını uygun bir şekilde birbirlerine bağlamıştım. Bu halimi gördükleri halde değişen bir şey olmuyordu. Bir kere Vasiliy’in oğluna, söylediklerimi babasına ulaştırır amacıyla “Üstüm başım perişan, yırtık, giymediğin giysilerin varsa ver. Yoksa gideceğim.” demiştim. Bunun cevabını bir akşam yemek yerken aldım. Yemek yiyorduk. Vasiliy çorba içtiği kaşığı bıraktı ve bıyıklarını bir okşadı. Sonra da onlardan biraz uzakta yemek yemekte olan bana bakarak “Maaşınla sana giysi alıyım mı?” dedi. Ben biraz düşündüm ve “Öyle olmaz.” dedim. “Niye?” dedi, ağzındaki lokmayı çiğnemeye ara vererek. Karısı da cevap beklercesine bana baktı. O zaman bana daha da kötü olur, dedim, kaşığımı sofraya bırakarak. Bu arada onlar beni bırakıp aralarında konuşmaya başladılar. İçimden, benimle ilgili konuşuyor olmalılar diye geçirdim. Bir süre sonra Vasiliy, bana dönerek, “O zaman Elebes sana niye giysi vermiyor. Biz giysi konuşmamıştık. Olur dersen, maaşınla sana giysi alabilirim.” dedi.
– Elebes’te de yok ya, dedim biraz düşündükten sonra. Eski püskü giysi veririm dememiş miydiniz, dedim. Fakat benimle ilgili konuşma burada sona erdi, herkes kendi işine baktı. Tam bu arada hanımı neyin eti olduğunu anlamadığım, kıpkırmızı bir et parçasını getirip önüme bıraktı. Önceden birilerinden Rusların kestikleri hayvanların etlerinin haram olduğunu duymuştum. Et önüme konurken, bu söz aklıma gelmesine rağmen eti hemen elime alıp yiyiverdim.
– Günlerden bir gün çok ilginç bir olay oldu. Vasiliy ailesi ile evde kahvaltı yapıyordu. Ben ahırdan sığırları çıkarıyordum. Nasıl geldiği anlaşılamadan gökyüzünden bir akbaba indi ve benim bağırıp çağırmalarıma bakmadan bir kazı alıp götürdü. Kazın boynunu ısırarak gökyüzüne yükselmekte olan akbabaya ağzım açık bakakalmışım. Pencereden benim bu halimi görmüş olmalılar ki, Vasiliy’in hanımı kızgın bir şekilde yanıma koşarak geldi. Neden tutmadın, diye yüzümü tırnaklayacakmış gibi yaklaştı.
– Yetişemedim, dedim, koştuğum alanın mesafesini elimle işaret edip göstererek. Vasiliy’in hanımı çok sinirli biriydi. “Seni var ya..” diyerek kulaklarımdan çekti. Elinden kurtulmaya çalıştım. Bir ara kurtulmuştum, tekrar yakaladı ve bu sefer ensemden de tutarak sıktı. Onun on yaşındaki oğlu Petka beni severdi. O, “Anne dövme,” diye bağırıyor, bana acıyordu. Bizi bu halde görünce küçük kızı da saçları dağılmış şekilde koşarak yanımıza geldi. Çocuklarından bir de pencereden bakıyordu. Beni dövmekten başka alacağı bir şey de yoktu. Kadın beni bırakınca, sığırları sürüp her günkünden daha uzak yere gittim. Beklediğim tek şey vardı, akşamın olmasıydı. Fakat bugün gün sanki iyice uzamıştı. Sabahtan beri hava kapalıydı, gökyüzünü kara bulutlar kaplamıştı. Üşümüştüm. Hava soğuyunca, geçenlerde yağmurdan korunmak için kullandığım kocaman kara taşın dibine büzüşerek oturdum. Açılmış olan