Nisgil
Bu eser, Aras Türk Cumhuriyeti’nin 100. yıl dönümüne ve Nahçıvanımızın bugünümüze kadar ulaşmasını sağlayan Yüce Ruhlara adanmıştır!
Eser, XX. asrın öncesinden başlayarak yüz yıllık büyük problemler yaşayan, Azerbaycan halkının facialarından söz ediyor. Hadiseler yüksek ahlâki değerlere, terbiye ve bilgiye sahip iki gencin azaplı hayat yolunu aydınlatıyor. Yazar, edebî ustalıkla dünyada meydana gelen siyasî sürecin Azerbaycan’a etkisini, Nahçıvan’ın tarihi sıkıntılarını, büyük devletlerin Orta Doğu ile ilgili acımasız siyasetinin ağır neticelerini, en güçlü istihbarat teşkilatlarının kendi amaçları için uyguladıkları acımasız metotları, XX. asırda yaşadığımız sıkıntıların nedenlerini kaleme almıştır.
I. BÖLÜM
Aralık 1949’un son günlerinde, bir aile daha gecenin karanlığında Kolanı’dan yola çıktı. Meşedi Cevat’ın hanımı, 1930’lu yıllarda Kolhoz1 Tarım Kooperatifi’ni protesto ettikten sonra Nahçıvan’dan kaçan ailelerden birinin kızıydı. Babası 1908’de Güney Azerbaycan’ın Tebriz ve Salmas bölgelerindeki Şah rejimine karşı mücadele eden silahlı grupları örgütlemek suçlamasıyla tutuklanmış, daha sonra hapisten kaçarak Nahçıvan’a sığınmıştı. Şimdi, dumanlı bir gecede bir çift öküzün çektiği bir araba ile yurtlarından ayrılıyorlardı. Küçük kervanın önünde bir kılavuz eşek gidiyordu. Arkadaki arabaya ise kestane renginde bir at bağlanmıştı.
Bolşeviklerin duymaması için kendi eşyalarını katırlarla köyün dışına taşıyıp arabalara yüklemişlerdi. Öndeki arabada Meşedi Cevat, arkadaki arabada ise yaşlı annesi ile hamile karısı oturuyordu. Arabaya, çeşitli halılar, kilimler, giysiler ve yol için yiyecekler konulmuştu. Meşedi, altın ve takılarından bazılarını bahçesine gömmüş, bazılarını da öküz arabasının oturma yerindeki tahtaları oyarak içine saklamıştı. Kendileri ile beraber götürdükleri altın ve takılarla Aras Nehri’nden geçebilselerdi, hayatlarının sonuna kadar rahatça yaşarlardı. Ancak bundan da önemlisi sağ salim yolculuğu tamamlamaktı. Kaybettikleri çok şey vardı: Geçmişlerini burada bırakıp gidiyorlardı, gelecekle ilgili, onlara ait bir şey kalmamıştı. Ama o ümitliydi. Gideceği yerin ışığına değil, gittiği karanlığa boyanmış yurdun aydınlanacağından umutluydu. Bu altınları toprağa gömerken, gözleri yaşarana kadar dua etmişti: Allahım ülkeme dönmem için bana yardım et!
Böylece, gece gündüz yol alarak Arasdeyen Düzü’ne2 vardılar. Meşedi Cevat’ın kendisi bir arabayı, annesiyse diğerini kontrol ediyordu. Hiç kimseden ses çıkmıyordu. Herkes Meşedi Cevat’ın kararlarına tâbi idi. Yolculuğun üçüncü günü Şeril3 Düzü’ne varmak üzereydiler. Aniden Meşedi Cevat:
– Duralım, diyerek öküzlerin üzengilerini çekti.
Arabaların gıcırtısı dursa da hayvanların puflamaları durmadı. Arabadan ilk olarak yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle Reyhan Hanım indi. Etrafı dikkatle süzerek biraz kibirli bir sesle:
– İyi bir yere benziyor ancak kurdu kuşu çok olur böyle yerlerin.
Artık durmuşlardı. Hem de herkes takatten düşmüştü. Meşedi, kılavuz eşeğin üstüne yüklenen ottan bir bağ çıkarıp hayvanların arasında bölüştürdü. Sonra arkadaki arabada bağlı olan atı çözerek terinin soğuması için biraz dolaştırdı. Ortalıkta çıt çıkmıyordu. Hayvanların geviş sesinden başka bir ses duyulmuyordu.
Aras Nehri’ne yakın bir yerde, iri gövdeli bir ağacın altında gecelediler. Sabah erkenden yöre haklına görünmeden yola çıkaçaklardı.
Meşedi Cevat’ın bütün endişesi hamile karısıydı. Kadının doğum vakti yaklaşmıştı. Yolculuğu ertelemek için çok düşünmüşlerdi ama daha fazla gecikemezlerdi. Çünkü Bolşevikler iki kilo altın istemiş, bunun ödenmesi için iki gün süre vermişlerdi. Meşedi onların hilesini iyi biliyordu. Altını verse de vermese de onlara iyi davranmayacaklardı. Belki de bu iki gün zamanı da vermeyeceklerdi. Karısı hamile olduğu için kimsenin aklına geceleyin köyü terk edebileceği gelmezdi.
Meşedi ya silahlı çatışmaya girecek ya da onların istediklerini verecekti. O, üçüncü yolu seçmek zorunda kalmıştı. Onun için zaman kaybetmeden Aras Nehri’ni geçmeliydiler. Bütün ailesinin, çocuklarının hayatı buna bağlıydı.
Üçüncü geceyi Şeril Düzü’nde geçirdiler. Aras’tan tahminen bir kilometre uzakta, ağaç gibi kalınlaşan ılgın çalılarının arasında konakladılar. Yolun yorgunluğunun yanında, eğri büğrü yollarda giden arabaların, insanın içini ürperten sesleri, tahtaların ve tekerleklerin gıcırtısı yolcuların sinirlerini iyice yıpratmıştı. Aras’tan esen serin rüzgâr insanı üşütse de giysileri kalın olduğundan kendilerini koruyorlardı. Aslında yürekleri üşüyordu. Bu nedenle bedenlerindeki üşümeyi hissetmezlerdi.
Meşedi Cevat, elindeki şişle toprağı kazarak küçük bir ocak yaptı. İki tarafa taş koyarak çalı parçalarını içine yığdı. Meşedi, çocukluktan beri ocak yakmayı severdi. Yaşlandıkça içindeki bu sevgi daha da büyümüştü. Nevruz ateşinin yakılmasını iki üç ay önceden heyecanla beklerdi. Ancak gençlik yıllarında vatanın her yerinde yoğunlaşan savaşlar nedeniyle dağda, bağda mecburen yakılmış ocakları gördüğü için, ateşe olan sevgisi azaldı. Şimdi ise o, aynı çocuk yaşlarında gördüğü ateşlerden birini yakıyordu…
Ne annesiyle ne de karısıyla sohbet etmek düşüncesinde değildi. Konuşmak için hevesi kalmamıştı. Endişesi; gidecekleri yer, karşılaşacakları durumla ilgili sorulacak sorulardı. Şimdi o, çıtırdayarak yanan közlerle konuşuyordu:
– Bu kısmetim midir, talihim mi, yoksa uğursuzluk getiren yıldızlar altında mı dünyaya geldim?
Tam o anda ocağın ortasında patlayan bir köz ona cevap verdi. Çukur gibi kazdıkları yerde o köz sanki bir kuyruklu yıldıza dönüştü. Meşedi gerici ve, hurafeci değildi. Her şeye akıl ve mantıkla yaklaşan, inançlı biriydi.
Ellerini önce ateşte, sonra nefesi ile ısıttı.
– Yoksa ben kuyruklu yıldız doğunca mı doğmuşum. Bir insan kaç defa yurt değişir?
Bu sorular kafasından geçince alnını ovuşturdu.
– Hayır olamaz! Diyelim ki benim talihim uğursuz, göç eden biri olarak yazılmış. Peki, bu acıları yaşayan milyonlarca insanın talihine ne demeli?
Haddinden fazla yorulsalar da işleri yoluna girmişti. Bekledikleri tehlike gerçekleşmemişti. Karşılarına ne Bolşevikler çıkmıştı ne haydut çeteleri ne de yırtıcı hayvanlar. Bütün bunlara rağmen yine de tek rahatsızlıkları hamile kadındı. Bu olumsuz vaziyet aklından çıkmıyordu…
Meşedi silahı hazır bir şekilde yanında tutuyordu, kısa bir hençeri ise kuşağına sokmuştu. Hava karardıktan sonra vahşi hayvanların sesi, köpeklerin ürümesi endişe veriyordu. Buralarda en büyük tehlike, vahşi hayvanların ani saldırısıydı. Aç kurtlardan etrafta çok fazla olabilirdi. Onun için ateşin içine kalın ve uzun odunlar koymuşlardı. Böylece ani bir saldırı hâlinde kendilerini savunabilirlerdi. Zaten, ateş olan yere kolay kolay kurtlar yaklaşmazdı.
Meşedi Cevat eğitimsiz olsa da dünya görmüş bir adamdı. Çevresinde olan olaylara duyarlıydı. 15 Mayıs 1945 yılında Ermenistan Komünist Parti Merkez Komitesi 1. Kâtibi Arutinuv, mektupla Stalin’e başvurarak dışarıda yaşayan Ermenilerin, Sovyet Ermenistanı’na getirilmesi hakkındaki kararın kabul edilmesinde etkili rol oynamıştı. Meşedi Cevat, Stalin’in bu kararını Vedibasar’ın aydın insanlarından duymuştu. Söylendiğine göre önce tarafsız kalan Stalin, daha sonra Bolşeviklerin Kafkaslara tam hakim olmasından sonra her zamanki gibi Ermenilerin tarafını tutmuştu.
Bu nedenle de Ermeniler Zengezur’u Stalin’in desteği ile ele geçirmişlerdi. Söylenenlerin bir kısmı yalan olsa da diğer kısmı doğru çıkıyordu.
Meşedi Cevat, duyduklarından sonra Kafkaslarda yeni bir kargaşa sürecinin başladığını anlamıştı. Artık silahlı isyanlar da fayda vermeyecekti. Çünkü, XX. asırda öncekilerden farklı olarak Sovyet Hükümeti’nin düzenli orduları vardı. Nihâyetinde uzun müzakerelerden