Ben bir İkarus’tum, dünya denen cehennemde doğdum.
Ürkektim korkuyordum, özgürlüğe doğru uçtum.
M’den Y’ye…
1
Sonunda öleceğin bir yaşam için fazla endişe ediyorsun, demişti babam. Her şeyi bu kadar düşünürsen kalbini kırmak için de o kadar sebebin olur, diye devam etmişti konuşmasına. Bana bunları söyledikten birkaç gün sonra da intihar ederek hayatına son verdi.
Ölümünün üzerinden neredeyse on üç yıl geçmesine rağmen çoğu gece babam aklıma gelirdi. Kimse onun neden intihar ettiğini bilmiyordu. Bir anda öylece çekip gitmişti. Ardında ne bir mektup ne de bir not bırakmıştı. Belki o da benim gibi yüreğine ait olmayan bir sıkıntıya düşmüş, işin içinden çıkamamış ve son çare olarak intihar etmeyi seçmişti.
Bütün gece babamın intihar nedenini irdeleyip durdum. Neşe dolu bir insandı ve etrafındaki herkese yardım etmeyi seven biriydi. Neden intihara karar verdiğini bir türlü anlayamıyordum.
Saat gece yarısını çok geçmişti. Yatağımda dönüp duruyordum ancak gözlerime bir türlü uyku girmiyordu. Oysa sabah erkenden işe gitmem gerekiyordu, samimiyetine güvenmediğim insanların arasında her gün sekiz saat çalışmak zorundaydım.
Sekiz saat az bir zamanmış gibi görünebilir ancak ayda yüz altmış saat eder. Yılda bin dokuz yüz yirmi saat eder ve yaşamım boyunca elli yedi bin altı yüz saat eder. Hal böyle olunca insan elli yedi bin altı yüz saat sürecek bu işkenceye neden maruz kaldığını da düşünmüyor değil doğrusu. Eğer sağ kalabilirsem ve bu sıkıcı işime otuz yıl daha devam edebilirsem sonunda emekli filan olabilirmişim.
Her günüm birbirine benzer olaylarla geçiyor. Sabah erken kalkıyorum, işe gidiyorum, çalışıyorum, işten geliyorum, yemek yiyorum, bir süre kitap okuyorum, film seyrediyorum canım isterse mastürbasyon yapıyorum, sonra gün bitiyor yatıyorum. Yarın da aynısı oluyor ve tabi ondan sonraki gün de… Bazen hafta sonları değişiklik yapıp Atatürk Parkı’ndaki güvercinleri beslemeye gidiyorum hepsi bu.
Deli değilim ya da Amok Sendromu, Histerik kişilik ve Apektif Psikoz gibi şaşalı ismi olan bir hastalığa da tutulmadım. En azından psikoloğum böyle düşünüyor. Sadece fazla duygusalsın, haddinden fazla duyguları yüreğine sığdırmaya çalışıyorsun, diyor. Sanırım herkesten saklamaya çalıştığım duygularım tıpkı babam gibi bir gün benim de sonumu getirecek.
Sıradan ve sıkıcı hayatımı dram konulu bir sinema filmine benzetebilirim. Öyle ki bu film izleyenin uykusunu getiren, hiçbir ödüle layık görülmemiş ve sonunda yapımcısını batıran, amaçsız ve unutulmaya mahkûm bir film. Hayatımda bir şeylerin eksik olduğunu biliyorum ama neyin eksik olduğunu henüz bulmuş değilim. Bir ara dine yöneldim, kitaplara gömüldüm, gitara merak sardım, dans öğrenmeye çalıştım, spora başladım… Bay-T sayesinde meditasyon bile yaptım. Gelin görün ki beni rahatsız eden o boşluk hissinden bir türlü kurtulamadım. Şimdilerde ise eski bir alışkanlığıma geri döndüm. Cebimde her zaman not defteri taşıyorum. Çünkü olur olmadık yerlerde aklıma dizeler geliyor.
Bazen şiir yazmak da bana iyi gelmiyor. Kendimi tamamıyla kaybetmişim gibi hissediyorum. Bu gibi durumlarda doğruca Arzu’nun kapısına dayanıyorum. Bakmayın bizim Arzu’nun otuz sekiz yaşında olduğuna, kadın taş gibi, öyle makyaj güzeli filan da değil. Organik kremler dışında pek bir şey kullanmaz. Arzu konuşurken onun dudaklarına bakarsanız Marilyn Monroe’ye çok benzediğini fark edebilirsiniz. Yine de onun hakkında cinsel çağrışım uyandıracak düşüncelere sahip değilim çünkü Arzu benim psikoloğum. Bay-T’den sonra en çok Arzu’yla konuşuyorum.
Bay-T’ye gelecek olursam, Bay-T’yle yıllar evvel bir bilgisayar oyununda tanıştık. Ona hâlâ Bay-T diye sesleniyorum çünkü oynadığı avatarın ismi buydu. Gerçek ismi İlker. Şimdiye dek Bay-T’yle hiç yüz yüze görüşmedik çünkü Çorlu’da yaşıyor. Hal böyle olunca birbirimize gidip gelmek mesele oldu. Yıllardır telefonla konuşup dururuz lakin bu yaz bizim Bay-T’nin düğünü var. İşten güçten vakit bulabilirsem ilk işim emektar arabama atlayıp soluğu Çorlu’da almak olacak. Kendimi öldürmeden önce yapılacaklar listemde Bay-T’nin düğününe katılmak da var.
Uzun zamandır -babam intihar ettiğinden beri- ben de kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Lakin bunu hangi yoldan yapacağıma henüz karar vermedim. Belki de hâlâ bir şeylere karşı umudumun olması bu işi yavaştan almama sebep oluyor. Umut dediğiniz nedir ki, tüketilmesi en kolay şey. Bir gün içimde umudun kırıntısı bile kalmayacak ve ben yaşama elveda deyip babam gibi buralardan gideceğim. Şimdilik bana en uygun intihar metodu: Bedenimi deforme etmeden yani ailemin beni teşhis edeceği bir intihar.
Sözüm ona bunalım evrelerinden biri değil bu. Artık kabullendim bazı şeyleri. Arzu’yla her görüştüğümüzde eskiye göre daha neşeli göründüğümü söylüyor, oysa uzun zamandan beri çevremdeki herkese olduğu gibi Arzu’ya da rol yapıyorum. Arzu benim öldüğümü öğrendiğinde ne kadar üzüleceğini tahmin edebiliyorum. Aramızda oluşan dostluk bağını geçtim, her psikolog hastasının intihar etmesini kaygıyla karşılar çünkü hastayı iyileştiremediği için hatanın kendinde olduğunu düşünür. Bu yüzden intihar etmeden önce sevdiklerime mektuplar yazmaya başladım. Kendini kötü hissetmemesi için Arzu’ya da birkaç tane mektup yazdım.
Yatağımda dönüp dururken hayatı baştan yaşamanın bir yolu olsaydı yine de intihar eder miydim diye düşünmeye başlamıştım. Yapmak isteyip de cesaret edemediğim her şeyi deneyebilir bambaşka biri olabilirdim bu sayede. Elbette ki burada Everest Tepesi’ne çırılçıplak tırmanmaktan bahsetmiyorum. Büyük Sahra Çölü’nü yaşlı bir deveyle geçmekten de bahsetmiyorum. Bahsettiğim şey: Beni intihar etme düşüncesine sürükleyen olgulara hiç bulaşmamak. Basit görünen ancak hayatımı baştan aşağı etkileyen ve bir ömür boyunca birlikte yaşamak zorunda olduğum kararlarımı değiştirmek intihara olan tutkumu yok edebilirdi.
Gün ışığı perdenin altından yatak odama sızmaya başlamıştı. Sabah olmuştu. Ne gariptir ki dün de sabah olmuştu. Yarın da sabah olacak. Hepsi birbirinin aynısı, bir sabahın ötekisinden hiçbir farkı yok.
Zorla da olsa yatağımdan kalkıp mutfağa ilerledim. Mutfak tezgahının üstü dün gece bıraktığım gibiydi. Birkaç tane yağlı tava, yüzeyi aşınmış porselen tabaklar ve ağzına kadar sigara izmaritiyle dolu küllük beni çöpe at diye bağırıyordu. Bir fincan kahve yapmak dünyanın en meşakkatli işiydi sanki. Su ısıtıcısının düğmesine basıp yüzümü yıkamak için lavaboya gidip musluğu açtım. Paslı su şırıltıyla akmaya başladı. Birkaç saniye suyun durulmasını bekledim, gözlerim lekeli aynadaydı. Gittikçe yaşlanıyordum, her geçen yıl şakaklarımdaki beyazlar küfredercesine çoğalıyordu. Önceleri saçımdaki beyazları cımbızla tek tek çekerdim ancak bunun kaybedeceğim bir savaş olduğunu öğrendiğimden beri bunu yapmıyorum. Eğer sihirli lambadan bir cin çıksaydı ve bana hangi yaşıma geri dönmek istediğimi sorsaydı kuşkusuz on beş yaşıma dönmek istediğimi söylerdim. Yakında öleceğim için söylemiyorum bunu, sadece, o zamanlar, neyse işte…
Şu anda çorap ve yağ kokulu apartman dairesinde değil de sonsuzluğa doğru seyreden mavi şeritli bir karavanda olmak isterdim. Hemen yanımda Yasemin olmalıydı. Birbirimize sımsıkı sarılıp sonbaharın ılık yağmuru nazikçe çiselerken Ege üzümünden yapılma kırmızı şarabın hafif mayhoş tadını damağımızda hissedip, tutku dolu ve bir o kadar da ahlaksız sevişmelere kapılmalıydık. Geçmişin karanlık yönlerinden ve geleceğin belirsizliğinden arınıp bugünün değerini kavrayacak kadar uzun bir süre göz bebeklerimize odaklanmalıydık. Üçüncü tekil şahısların elem dolu tavırlarından uzakta, güneşe ve yıldızlara yakın bir yerde, Dünya’nın yaşamaya değer olduğunu birbirimize kanıtlamalıydık. Oysa bu hayaller güzel olmasına karşın bir hayli de imkansızdı günümüz koşullarında. Çünkü herkes bir şeylere sahip olmanın hayalini kurar ancak büyük çoğunluk kurduğu hayali gerçekleştiremez.
Bir ara seyyah olmaya karar vermiştim. Anneme göre bu fikir geleceğimi düşünmeden aldığım bir kararmış. Tahmin edildiği üzere annem benden sabah sekizden akşam beşe kadar çalışabileceğim bir işe girmemi istiyordu çünkü komşunun çocuğu böyle yapmıştı. İlk okuldan beri karşıma çıkıyordu komşunun çocuğu. Sürekli onunla kıyaslanıyordum. Ne yazık ki ben dahi