“Tamam, tekrar özür dilerim kuzum.”
“Tamam, geçti artık özür dilenecek bir şey yok, unut gitsin.”
Hasret, gözleriyle Eşref’i işaret etti. Eşref’in de çok üzüldüğünü biliyordum. Hasret bizi yalnız bırakmak istedi. Mahcup bir surat ifadesiyle bize baktı:
“Ben gidiyorum kuzum. Görüşürüz.”
“Tamam, dikkatli git.”
Eşref’in yanındaki sandalyeye oturdum. Kafamı eğdim ve onun gözlerine baktım. İki damla, gözlerinden düşmemek için birbiriyle kenetlenmişti adeta. Elimle suratını doğrulttum hafifçe:
“Bırak aksınlar, tutma.”
Gözlerini kapattığında pişmanlıktan yumruk yaptığı ellerinin üstüne düştü o iki damla yaş. Çantamdan çıkardığım mendille sevdiğim adamın gözlerini sildim:
“Bana yapmış olduğun şaka için çok teşekkür ederim sevgilim, çok üzdün ama ikimiz de birbirimizin değerini anladık. Sen beni üzmenin ne demek olduğunu, ben sensizliğin ne demek olacağını. İkimizin de hissettiği şey aynıydı. İki damla yaş.”
Beni böylesine bir şakayla üzmenin acısını yaşayan Eşref, yeni doğmuş bebeğini bağrına basan bir baba gibi bağrına bastı beni. Sesi çatallanmıştı:
“Özür dilerim, beni affet.”
“Tamam sevgilim affettim. Sen de şimdi kendini affet, unutalım olur mu?”
Boğazını temizledikten sonra alnımdan öptü ve ellerimi avuçlarının içine aldı. Tek tek okşadı parmaklarımı, sonra hepsine teker teker öpücük kondurdu. Kafeden çıkıp yürüdük. Çalıştığım kütüphanenin önüne gelmiştik. Çantamdan çıkardığım mendille burnumu kapattım ve hapşırdım. Mahcupluğunu tamamen üzerinden atamayan Eşref bana baktı:
“Hasta mı oldun sen?”
“Yo önemli bir şey yok sevgilim.”
“Hem çalışıp hem okuman hoşuma gitmiyor, keşke her şey daha farklı olabilseydi.”
“Mecburum sevgilim.”
Gözlerimin içine baktı:
“Sana söz veriyorum, evlendiğimizde sen hiç yorulmayacaksın. Her şeyi beraber yapacağız seninle. Hayatı dolu dolu birlikte yaşayacağız.”
“Sana inanıyorum sevgilim.”
Kütüphanenin önünde dakikalarca bakıştık. Bana sarıldı ve uzaklaştı. Sevdiğim adamın arkasından bakakaldım. Gerçekten çok zordu hem çalışmak, hem okumak, hem yaşamaya çalışmak, hem de hayatta yalnız başına, kimsesiz olmak. Kütüphaneden içeri girdim. Yarım saat geç kalmıştım. Hemen görev yerime gittim. Kitapların bölümü karışmıştı. Hepsinin yeri düzenlenecekti. Ağzımın içinin acıdığını hissettim. Kitaplara baktım, karmakarışıktı hepsi. Akademik kitapların durması gereken yerde çocuk kitapları, parapsikoloji, gizem kitaplarının durması gereken yerde popüler bilim duruyordu. Kısaca her şey olmaması gereken yerde duruyor, düzeltilmeyi bekliyordu. Kitapları çok severim ben. Hepsi sırdaşım, yoldaşım, merakım, güldüren, bazen duygulandıran ve ağlatmayı başarabilen yazılardır kitaplar. Hayatın ve yaşamanın kalem ve kâğıt halidir kitap, aslında hayatın ta kendisidir. Saat epey geç olmuştu fakat kitaplar hâlâ bitmemişti. Ertesi gün devam etmek üzere çıktım kütüphaneden.
Eve giderken, yakınlardaki mahalle bakkalından birkaç şey almıştım. Çok yorgundum. Bakkaldan eve çıkarken hafif bir rampa vardı. Ellerimde poşetlerle buradan yürümek daha da yoruyordu bedenimi. Neyse ki rampayı geçtim, evin önüne geldiğimde siyah bir araba gördüm. Çok dikkat etmeksizin bir göz attım. Bu, Eşref’in beni aldığı arabaydı. Eşref’ti bu. Poşetleri evin girişine bıraktım, arabanın yanına gittim. Arabanın kapısını açtım. Sezen Aksu çalıyordu. Şarkının sözleri tam da o günün özetiydi. “Hasret oldu, ayrılık oldu, hüzünlere bölündü saatler/Gördüm akan iki damla yaş ayrılık da sevgiyle beraber.” Arkada fakülteden arkadaşları İhsan’la Ceyhun da vardı. Onlara selam verdikten sonra gözlerimi tekrar Eşref’e çevirdim:
“Hayrola, bu saatte evimin önünde ne yaptığını sorabilir miyim?”
Kafasını kaldırıp cevap verdi:
“Seni özlemiş olamaz mıyım?”
Gülümsüyordum:
“Olabilir tabii.”
“Saatlerin birinde sevdiği kıza şaka yaparken canını yaktığının farkına varan bir adam olamaz mı? Saatin üçü, onu, sekizi. Aylardan eylülü, kasımı. Mevsimlerden kışı, yazı fark eder mi af dilemek için. Af dilemenin zamanı yoktur.”
İki elimi belime koydum bu kez:
“Af dilemeye geldin yani desene.”
Eşref arabadan indi, arkadaşlarına iyi akşamlar dedi ve gönderdi onları.
“Sabah evden ayrıldığımdan beri ayaktayım, dolaşıyorum. Arabayı da arkadaşlarıma teslim ettiğime göre karnımı doyurursun herhalde.”
İşaret parmağımla yanağına birkaç fiske vurdum:
“Sen şöyle biraz bekle, ben bir düşüneyim, karar verirsem olabilir sevgilim.”
Eşref bir kahkaha kopardı ve kolumdan tutup kendine çekti, sarıldı:
“Bugün seni çok üzdüm, biliyorum, yapmamalıydım o şakayı.”
Kafamı kaldırıp ona baktım:
“Olsun geçti artık, hadi eve girelim.”
Bakkaldan aldığım poşetleri yerden aldık, eve girdik. Eşref, iki kişilik koltuğa kendini attı:
“Sen bir şeyler hazırlarken ben gözlerimi dinlendireyim yavrum, hazır olunca seslen.”
Kafamı sallayarak cevap verip mutfağa geçtim. Çay suyu koydum, yanına çabuk olabilecek yiyecekler düşündüm. Sıcak bir çorba kaynatmaya karar verdim, ardından menemen ve patates kızartması. Şehriye çorbası çok kolaydı, hemen hazır olmuştu. Çorba kaynadığı sırada domatesin ve patateslerin kabuklarını soydum. Domateslerin diğer malzemelerini ayarladıktan sonra menemen ocaktaydı artık. Çay suyu kaynamıştı, çayı demledikten sonra altına biraz daha su ilave ederek tekrar kaynaması için ocaktaki yerini bir kez daha aldı demlik. Bu kez de patatesler doğranmış, derin, siyah bir yağ kızartma tenceresinde kızarıyorlardı. Hepsi pişerken yatak odasına gidip eşofmanlarımı giydim. Okul kitaplarımı çantamdan çıkardım ve tekrar mutfağa gidiyordum ki koltukta duran sevgilime baktım birkaç saniye. İçimden sevdim onu çok yüklüce. Kokular evi sarmıştı, mutfağa geçtim tekrar. Her şey hazırdı artık. Sofrayı kurmaya başladım. Her şey tamamen eksiksiz ve hazır olduktan sonra sevgilimin başucuna oturdum. Koltuğun yanındaki fiskosun üstünde duran yapay çiçeklerden birini aldım. Eşref’in suratında gezdiriyordum:
“Gerçekten uyuyor musun sen, yoksa numara mı yapıyorsun?”
Eşref gözlerini araladı:
“Sence?
“Bence çok az uyuyordun.”
“O da ne demek öyle, çok az uyumak? Ne diyorsun yavrum?”
“Ya yani çok derin uyumuyordun, tamamen uyumamış da değildin, gözlerin kapalıydı ama olup bitenleri anlayabiliyordun.”
Yattığı koltukta kollarını açıp gerindikten sonra doğrulup oturdu. Bana baktı ve birden beni tutup koltuğa attı, gıdıklamaya başladı.
“Demek