Bağın karanlık köşesinden bir adam bağırdı:
“Hüseyin, kacakları getir, kacakları!”
Kendi kendime “kacak” nedir diye düşünüyordum. Bir aralık Zarife, ayağa kalkarak bağın küçük kapısına doğru baktı. Orada birtakım sesler vardı. Bir kavga oluyor sandım. Karanlıkta birkaç kişinin o yana koştuklarını duyduk. Hafız da yerinden fırlayıp oraya gitti. Biz, arkadaşım, çalgıcılar, kadınlar yalnız kaldık. Zarife, ortadaki lambayı söndürdü. Kapının önündeki sesler, sövüşmeler boğuklaştı. Sanki dövüşenler uzaklaştılar. Biz de kapıya yakın sokulduk. O aralık bir sessizlik oldu. Birkaç kişi, yanımızdan geçip çardağa gidiyorlardı. Biri:
“Hafız vurdu.” dedi. Bir başkası da bir küfür savurdu. Sonra tanımadığım bir ses:
“Mehmet, su getir, su!” diye bağırdı.
Biz, savuşmaya karar verdik. Kapı açık duruyor. Yol aydınlık görünüyor. Yavaşça kapıdan çıktık. Orada yol ortasında bir adamın yattığını gördük. Anlaşılan bu adamı vurmuşlar. Duvar dibinden yürüyüp köşeyi döndük. Sonra hızlı adımlarla şehre yollandık.
Arkadaşımla yataklarımızın üstüne uzandığımız zaman, heyecanımız yorgunluğumuza karışmıştı. Bu cinayet duyulursa, bize de sorarlarsa ne diyeceğimizi kararlaştırmadık. Ertesi gün öğleden sonra çarşıya çıktım. Kahvecizade’nin dükkânı önünden geçtim. Her günkü masum tavrıyla dükkânın köşesinde ufak halı seccade serili minderin üstünde oturuyordu. Sanki, hiçbir şey olmamış, sanki o akşamki adam değildi!
Memlekette denildi ki akşam, Karamanlı Zarife için Kel Hüseyin’i vurmuşlar, ölmüş. Hükûmet tahkikat yapmış. Halk arasında onu Hafız’ın vurduğu söylenildiyse de resmen tahakkuk etmedi.
OTLAKÇI
“Efendim, tütün tabakasını ortada unutmaya gelmiyor, insafsız herif, tütünün ne kadar saçak yeri varsa içti, tozları bana kaldı. Çok otlakçı gördüm ama böylesine hiç rast gelmedimdi. Bizim rahmetli İlhami de otlakçı idi ama hiç olmazsa bir inceliği vardı, adamı eğlendirirdi. Karşınıza oturdu mu gözleriyle tütün paketini arar, sokulur, tabakayı cebime koyarım sözlerini şaşırır, cebimden çıkarıp masanın üstüne bırakırım, sevinir. Saatlerce gözleriyle tabakanın arkasından koşar, sonra bir fırsatını düşürüp bir cıgara yakınca keyiflenir, güler, söyler, dinleyenleri de eğlendirirdi. En çok hoşlandığı da fırsatını düşürüp cıgarayı kendi eliyle almasında idi. Siz ona paketinizi uzatırsanız alır ama kendi eliyle aldığı cıgaradan duyduğu haram tadını duymazdı. Bu otlakçıya canım kurban, kardaşım! Bu herif öylesi değil ki.”
Dün artık dayanamadım, söyledim:
“Ama Mahmut Efendi.” dedim. “Bu kadar da olmaz. İçiyorsun, neyse iç. Ama hiç olmazsa tozunu da katık et!”
O, alışmış aldırmıyor. Yan gözle bana baktı:
“Bir cıgara sardım diye mi söylüyorsun?” dedi.
“Hangi bir cıgara birader!” dedim. “Bak gene bir tutam saçak tütün kalmadı. Bana yalnız tozları kalıyor.”
Kayıtsızca:
“Senin tütünün de içimli bir şey değil ya!” dedi. “Bunu nasıl içiyorsun? Kaçak içsen ondan daha iyi!”
Kızdım.
“A birader.” dedim. “İyiye kötüye baktığımız yok, sen benden çok içiyorsun. Fena ise niçin içiyorsun?”
“Ne yapayım?” dedi. “Daha iyisi olsa onu içerim.”
“Neden yok?” dedim. “Tütüncü dükkânları dolu!”
Yüzüme dik dik baktı:
“Ben.” dedi. “Bu zıkkıma para vermem. Mundar şey… Mekruh. Kalkıp üste de para vereceğim! İşim yoktu da…”
“Çok iyi buyuruyorsun.” dedim. “Ama biz para veriyoruz!”
“Ben de onu söylüyorum ya!” dedi. “Para verdin verecek, bari iyisine ver. Bunun böylesini içecek olduktan sonra hiç içmesen daha iyi!”
“Sen.” dedim. “Kırk yaşından sonra benim huyumu mu değiştireceksin?”
Kayıtsızca omuzlarını kaldırdı:
“Benim neme gerek?” dedi. “Ben kimsenin keyfine karışmam. Sen bana karışıyorsun da ben de söylüyorum.”
“Canım.” dedim. “Senin kuruyasıca huyunun bana ziyanı olmasa ben de kırk yıl söylemem. Ziyanın bana dokunuyor.”
“Benim sana ne ziyanım dokunuyor?” diye sordu. “Bu sözleri hep bir cıgara için mi söylüyorsun? Ziyan olmuş da dünya batmış… Ben içmeseydim de sen içşeydin, daha mı kâr edecektin? Bari başkalarının yanında söyleme, seni ayıplarlar.”
Tepem attı.
“Neden ayıplıyorlarmış?” diye sordum.
“Neden olacak!” dedi. “Bir cıgaralık tütün için bu kadar lakırtı ediyorsun.”
“Canım birader.” dedim. “Hangi bir cigara, hangi beş cıgara?”
“Hangi on cıgara olsun.” dedi. “Yirmi cigara, otuz cıgara olsun… Daha diyeceğin yok ya! Yok tütünün saçak yerini içmişim, sana tozu kalmış… Bunları söylemek ayıp. Tozu kaldı ise bir paket al, saçak tütün iç. Bunun kemali5 altmış para!”
“Bunu ben alacağıma, sen alsan ne olur.” dedim. “Şunu neden almak bize düşüyor da içmek size?”
“Ben âdet etmemişim dedik ya! Böyle zehire para vermem.” dedi. “Sen âdet etmişsin, ben içsem de alıyorsun, içmesem de.” “Benim için tütün almıyorsun ya. Benim için alıyorsan bir daha alma. Hem bir cıgara için adama böyle kahve ortasında bu kadar söz söylemek ayıp değil mi? Bu sana yakışır mı?”
“Çıldıracağım!” dedim. “Sen altmış para verip bir paket tütün almaz, herkesin tabakasından geçinirsin, bu ayıp değil; ben tütünü katık et, saçağından bana da kalsın dedim, bu ayıp öyle mi?”
“Bana neden ayıp oluyormuş?” dedi. “Hırsızlık etmiyorum ya zorla da almıyorum, tütünün saçağı dururken tozunu içecek kadar ahmak değilim.”
“Biz tütünün tozunu içip ahmak mı oluyoruz?” dedim.
Doğrusu çok da kızdım. Onun da cıgaradan sararmış parmakları titremeye başladı ama sözünü kesmedi.
“Sen!” dedi. “Deminden beri bana o kadar söz söyledin, ben sesimi çıkardım mı? Tütünün saçağı dururken tozunu içmek ahmaklıktır dedimse niçin kızıyorsun?”
Kahvede olanlara bakarak:
“Yalan mı söylüyorum, efendiler?” dedi. “Bana bir cıgara verdi diye bu kadar söz söylenir mi, bu nerede görülmüş şey?”
Karşı peykede oturan Miralay Esat Bey bana işaret etti. Kendimi topladım:
“Sen.” dedim. “Birader bir daha benim yanıma gelme, benimle de konuşma. Bir gün öfke ile kafana bir şey vururum, başıma bela olursun,