Hele bir gün onu kulübede kâhya ile konuşur görünce bütün bütün düşünceye varmış. Esnafa, öte beriye sormuş:
“Bu herif kâhya ile ne görüşüyor ki?”
Hiç kimse bir şey bilmiyormuş… Akşamüstü babasını bulmuş.
“Bu herif bugün kâhya ile görüşüyordu, bunda bir iş var. Esnafın ekmeğini satacaklar, bir yığın fukara burada aç kalacak. Ben karışmam.” demiş.
Babası da gitmiş esnafa söylemiş fakat değil şüphe etmek, bir hakikat bile olsa kâhyadan hesap sormak kimin haddine düşmüş…
O zamandan sonra bu çocuk bunu dert etmiş.
Bir gün yine böyle hava sert esiyormuş; vapur karnında geç kalmışlar. İskeleye yüklü dönerken o Yunan kaptan tam köprünün gözünde gelmiş bindirmiş, duba bir yandan dayanmış, mavna da biraz viranmış, su etmiş kaynamış. İhtiyar anlatıyordu:
“Ben römorköre sarıldım, çocuk da çıktı. Daha bir yana bakmadan şahin gibi atladı, kaptanı boğazından kaptığı gibi yere çaldı. Yunan’ın kafası bir demire mi geldi ne oldu, canı çıkıverdi. Çocuğu içeri attılar, o yana bu yana savaştık, kurtaramadık. Mahkeme mahkeme derken on beş sene yedi gitti.”
İşte ihtiyarın hikâyesi bu kadarcık. Onun ihtiyar, acıklı hâline yüreğim sızladı.
“Baba size esnaf bakmaz mı?” dedim.
“Hayır, o bir zamanmış. Ağalar toplanırlar, kayığı batana yardım ederlermiş. Hastasına, sağına bakarlar, yetişirlermiş. Şimdi nerede? Ağalar kendi işlerinin döndüğüne bakar, bildiklerini işlerler. Bir zaman orta sandığı5 yaptılar, herkes para verdi. Sonra bir gün açtılar, boş çıktı. Evvelleri ağalar lonca ederlerdi. Kahvelere haber gider, esnaf yığılır, uslular konuşur, gençler dinlerdi ama o zamanın usluları hak yemezlerdi. Şimdi ağaların işi: Zora kaldıkça gene lonca ederler ama kendileri söyler, kendileri dinler, ne baş var ne ayak…”
“Esnaf bu hâlleri bilmiyor mu?”
“Esnaf bilse de ne yapacak ki? Zaten esnaf korkar. Tahsildarlık onların elinde. Devlet, tahsildarlığını onların eline bırakmış; bir şey desen tezelden bir kulp takar, kayığını bağlar, yolsuz ederler, nöbet vermezler.”
İhtiyar, kendi hâliyle, kendi diliyle şu esnafın haraplığını, perişanlığını, bozgunluğunu bana ne güzel anlattı.
Eski kaide, esnafın kadim kanunu yıkılmış ve yerine yeni hiçbir şey yapılmamış. Bütün bu zavallı esnaf beş-on kişinin eline düşmüş ve ne yazıktır ki hükûmet de tahsildarlık demiş, kendi kuvvetini bunların eline bırakmış!..
Zavallıların ne fukaralarına verecek beş paraları var ne kendilerini düşünecek hâlleri…
Şimdi bir hayır sahibi çıkıp yol gösterse, öteden ağalar karşı çıkacak, esnafı korkutacak. Şikâyet edecek, “Yanlıştır.” diyecek. Çünkü onlar esnafın böyle kör, böyle sessiz kalmasını isterler. Hâlbuki dünya durmuyor, her gün yenileşiyor. Bu hâl ile zavallı Gödelinin Mehmet’in düşündüğü doğru çıkacak; bu sanat elden gidecek, yabancıların, düşmanların eline geçecek. Demek Mehmet bütün bu dertleri görmüş, bunlardan korkmuş fakat anlatamamıştı. Karaköy’de ihtiyardan ayrıldım.
Belki bugün bütün mavnacılar Gödelinin oğlunun nasıl olup bir adam öldürdüğünü, sonra bir dul kadınla bir yetim bırakarak hapishanede öldüğünü unutmuşlardır. Bu, o kadar eski bir şey olmadığı hâlde daha o zaman bile ehemmiyetsiz görülmüş ve hatırlardan çıkmıştı.
Lakin ben günden güne çoğalan o römorkörleri gördükçe, o yabancı, düşman gemilerinin çalıştıklarını ve biçare esnafın birkaç akılsız insan elinde günden güne perişanlığını, dağıldığını duydukça Mehmet’i unutamıyorum. Onun için ne zaman akşam sularında denizlere baksam onun ihtiyar babasının akan gözyaşlarını, sonra bilmezlik ile yavaş yavaş batıp giden bir sanatın arkasından yetim kalan çocukları, dul kalan kadınları görür, dertlenirim.
BAYRAM GÜNLERİ
“Allah emsal-i kesiresiyle6 müşerref etsin!”
Böyle yılın emsal-i kesiresi hiç de hoş olmasa gerek. Fakat böyle cevap vermek de hoş bir şey olmayacağından bayramı şöyle, odamda kapalı geçirmek istedim. Ne kadar isabet olmuş. Üç günümü herkesten uzak, tatlı bir bayram içinde geçirdim.
Evimizin önü büyük bir çayırdır. Bayram gecesi idi, köylüden arabacılık eden iki kişi sabaha kadar çalışarak iki büyük ağacın arasına bir kalın tel gerdiler. Bir de salıncak kurdular.
Sabaha kadar uyuyup uyandıkça onların tak tuk çayıra kazık çaktıklarını, konuşup söyleştiklerini duydum. Sabah erken, bizim mahallenin bekçisi davulu ile ortaya çıkmamış iken çayırda çocuk sesleri duydum. Hele aradan birkaç saat geçtikten sonra, çayıra baktığım vakit fevkalade memnun oldum. Orası çocuk dolmuş, bunu görmek benim için ne bahtiyarlık! Şu son senelerde en ziyade mahzun olduğum, dertlendiğim şeylerden biri de artık yavaş yavaş mahallelerimizden çocuklarımızın azalmakta olduğunu görmek idi. Ellerde çocuklar çoğalıyor, bizde azalıyor, bizim çocuklarımız korkaklaşıyor, beceriksiz oluyor. Düşse kalkamıyor, sokaklarımız tenhalaşıyor, bunlara herkes gibi ben de dikkat ediyor ve yeriniyordum. Geçen son otuz-kırk yılın bize gizli gizli ne fenalıkları olmuş. Yalnız küçüklerimiz değil, büyüklerimiz de böyle. Bir zamanlar İstanbul'da kibarların ata binmesi, kibar delikanlıların servetlerine göre birden bir tavlaya kadar at beslemesi vardı. Şimdi ise kibarlardan birinin ata bindiğini, binebildiğini gördüğüm yoktur. Çok genç beylerin doğdukları günden beri ata binmediklerine yemin edilebilir.
Şu geçen otuz-kırk yıl içinde kolu ve gönlü güçlü adamlardan pek çok ziyanımız olduğu muhakkaktır. Buna karşılık, belki şık beyler yetiştirerek Avrupa’nın salon adamlarının taklidi… Kazandık mı, kaybettik mi?
Bu bayram beni kaplayan kara keder bulutlarından bir büyük parçasını savurdum attım. Çayır çocuk doldu, bizim taraflarda bu kadar çocuk bulunabildiği beni bahtiyar etmiştir. Hem nasıl çocuk, içlerinde vücudu sakat, eğri büğrü biçimsiz bir çocuk yok. Hâllerine göre hepsi güzel giyinmişti. Miniminilerinden ki bunların bir kısmı daha yeni yürümeye çalışan halisi yeni zamanın yeni fikirlerin çocukları idi. Onlardan bayağı büyümüş kızlara, hanım kızlara ve yarın delikanlı olacak, askere gidecek beylere kadar hepsini üç gün böyle uzaktan doya doya sevdim.
Bunların hepsi benim çocuklarım gibi gönlümde yer tutmuştu. Asıl sevinilecek tarafı şu ki: Bunların hepsi temiz, çevik, yaramaz çocuklardı. İnsan bunlarla ne kadar memnun oluyor. Bir bayram ki o zaman Fatih’te oturuyorduk. Cami avlusunda bir baba oğul görmüştüm, böyle günlerde daima aklıma gelen odur. Babası kara çember sakallı, otuz beş-kırk yaşlarında idi, bir memura benziyordu; mesela bir kalem mümeyyizi7 idi. Redingotunun kolları, pardösüsünün kollarından uzun düşmüştü. Koltuğuna şemsiyesini sıkıştırmış, şu şemsiyeden başka ayağındaki galoş potin kundura, taze kalıplanmış fesine kadar üstünde her şey pek yeni idi. Burnu akmış, fesi kulaklarına kadar geçmiş, elinde kırmızı horoz şekeri bulunan beş-altı yaşında bir çocuğun elinden tutuyordu .
Uzun uzun baba oğlu seyrettim, sonra birçok bayramlarda böyle daha birçok çocuklara tesadüf ederek mükedder