“Nuri Bey nasıl, iyidir umarım?” dedim.
“İyi, ziyaretiniz için tekrar teşekkür ederim ama yorulmanıza gerek yoktu!” dedi duygusuz bir sesle. Sonra aynı donuk ifadeyle yüzüme bakmaya devam edince:
“Efendim, yıllık iznimi kullanmak istiyorum.” dedim
Kendisinden borç para istenilmesinden hoşlanmayan biri gibi, yaşlanmış, parlaklığı kaybolmuş yüzünü buruşturarak:
“İzin istemek için iyi bir zaman değil!” dedi huysuzca. Başka türlü davransaydı şaşırırdım zaten.
“İhtiyacım var efendim!” derken epeyce gerilmiştim.
“Önemli olan sizin değil, işletmemizin ihtiyaçlarıdır. Bunu burada çalışan herkes çok iyi bilir… Müdür beyle konuşur size bildiririm. Fakat bu ne zaman olur bilmem!” dedi.
O kadar soğuktu ki bu kısa konuşmanın sonunda, üzüldüm, incindim, kırıldım, öfkelendim. Bütün bunların hepsi yıldırım hızıyla birkaç saniyede oluverdi içimde. Sanki cebinden borç para çıkarıp verecekti kadın…
Öğlen arası hemen hemen başlamak üzereydi. Kızgınlıkla aşağı indim, denize doğru yürüdüm. Üstünde “Üsküdar” yazan vapur iskelesinin yanında korkuluklara yaslanıp Boğaz’ın bütün canlılığını izlerken derin derin nefesler çekip sakinleşmeyi bekledim.
Karaköy rıhtımına yanaşmış çok büyük bir yolcu gemisini ve gerisindeki Galata Kulesi’ni seyrederken; hem denizde yol alırken yolcu gemisinde olup bitenleri hem de kartal kanatları ile Hezarfen Ahmet Çelebi’nin Boğaz’ın üstünden Üsküdar’a doğru uçarken aşağıya bakıp neler düşünmüş olabileceğini ve o zamanki İstanbul’u hayal ettim.
Küçük balıkçı ve yolcu tekneleri Galata Köprüsü’nün altından Haliç’e girip çıkıyorlardı. Köprünün üstünden durmadan araçlar geçiyordu. Ya iskeleye yanaşmak ya iskeleden ayrılmak ya da önüne çıkan küçük bir tekneyi uyarmak için öten, Boğaz’da çalışan yolcu vapurlarının düdüğü dikkatimin o yöne çevrilmesini sağladı.
Üsküdar’a gitmek için iskeleden ayrılan vapurun manevra yaparken pervanesinin suda yarattığı anafor ürkütücüydü. Balıkçı motorlarını takip eden martılar aç olduklarını belli eden sesler çıkarıyorlardı.
Etraftaki küçük büfelerden yayılan pişmiş balık ve döner kokuları aç olduğumu hatırlatıyordu. Deniz havası iyi gelmişti; içimdeki kırgınlık ve öfke azalır gibi olmuştu. En yakındaki büfeden ekmek arası balık aldım ve yerken Boğaz’ı, Anadolu Yakası’ndaki kıyıları izledim.
İşe döndüğümde kendimi daha iyi hissediyordum. Meral Hanım’a bakmamaya özen göstererek çalıştım. Akşama doğru günün yorgunluğu iyice üstüme çökmüştü artık.
Eve dönenlerin yarattığı kalabalıkla Eminönü yine mahşer yeri gibiydi. Yarım saatten fazla bir süredir otobüse binebilmek için kuyrukta bekliyordum. Öğrenciler geçirdikleri günden etkilenmemiş gibi canlı ve neşeli hareket ediyorlardı. İşçi oldukları zayıf, kansız suratlarından belli olan yoksul gençlerin ve orta yaş ile üstündekilerin yüzlerindeki yorgun ve anlamsız bakışlar, bir an önce gitmek istediklerini açıkça ortaya koyuyordu.
Tam dört gün boyunca sanki onunla konuşmamışım gibi hiç ses çıkmadı Meral Hanım’dan. Bu konuyu çok sorun edip gergin bir hâlde gidip geldim işe. Nihayet beşinci günün sonunda istediğim izne çıkabileceğimi her zamanki donuk yüz ifadesiyle söyleyince rahatlayıp gevşedim ve ona karşı içimdeki öfke azaldı.
Akşam işten çıkışta otobüsten Divan Otelinin az ilerisindeki durakta indim ve yürüyerek; gitmek istediğim Güneydoğu gezisini düzenleyen iş yerinin önüne geldim.
Biraz heyecanlanarak içeri girdim ve o gün camdan içeriyi seyrederken bir iki kez bana meraklı bakışlar fırlatan birinci masadaki güzel kızın yanına gittim. Beni ilk kez görüyormuş gibi yüzüme baktı. Nedense ondan, beni tanıyacakmış gibi davranmasını, en azından hatırlamasını bekliyordum. Bunun saçma bir düşünce olduğunu bile bile böyle düşünüyordum. Oysa o, onu gördüğüm günden beri zihnimden hiç silinmemiş ve güzel yüzünü hep muhafaza etmişti.
“Hoş geldiniz.” deyince sesinin de yüzü kadar güzel ve etkileyici olduğunu fark ettim ve içinde bulunduğum hayal kırıklığından acıyla sıyrılmaya çalıştım.
“Camda ilanını gördüğüm Güneydoğu gezisine katılmak istiyorum.” dedim.
Bana kibarca önündeki iki siyah koltuktan birine oturmamı söyledi.
“Bu geziye ilgi beklediğimizden daha fazla oldu. Kalan son üç yerden birini size vermek kısmet olacak demek ki. Bir şey içer misiniz?”
“Hayır, teşekkür ederim!”
“Nakit ödemelerde yüzde on indirim yapıyoruz.”
“Ödememi mümkünse taksitle yapmak istiyorum.”
“Temmuz ayından itibaren, kredi kartıyla altı eşit taksit yapalım size o hâlde.”
Konuşurken gözlerime çok içten bakıyor, kısa aralıklarla yüzüme bakarak kendinden çok emin bir şekilde gülümsüyordu. Gerekli işlemleri yaptıktan sonra:
“22 Haziran sabahı saat 5’te burada olmanız gerekiyor. Uçağımız 07:30’da kalkıyor. Havaalanına gidiş, bilet ve bagaj işlemleri için yeterince zamanımız olacak. İyi bir tatil geçirmenizi, işletmemizden memnun olmanızı temenni ediyorum.”
“Umarım!”
Geziye ilişkin sözleşmenin bir nüshasını, gidiş dönüş uçak biletimi, uzun beyaz bir zarfın içine koyarak nazikçe uzattı.
Çıkacağım geziyi babamdan ziyade özellikle annem duyunca itiraz ettiyse de bir sonuç alamadılar. 22 Haziran sabahına kadar gideceğim yerlere ilişkin bilgiler topladım. Hava durumunu takip ettim ve valizimi hazırladım. Sabah erkenden uyandım ve telefonla bir taksi çağırıp beni tarif ettiğim adrese götürmesini söyledim.
Sokaklar ıssız ve ürkütücü bir sessizlik içindeydi. Hava henüz aydınlanmamıştı. Son yıllarda gasp, kapkaç ve hırsızlık olaylarının yol açtığı ölüm ve yaralanmalar herkes gibi beni de huzursuz ediyordu.
Geziyi düzenleyen iş yerinin önüne geldiğimde benden çok daha erken gelenlerin olduğunu gördüm. Saatime baktım; daha beşe çeyrek vardı ve bizi havaalanına götürecek otobüs hazır hâlde bekliyordu.
İş yerinin bütün ışıkları açıktı ve gündüz gördüğüm, masalarda oturmuş, gelen müşterilerle ilgilenen alımlı kızların hiçbiri yoktu. Benim işlemlerimi yapan güzel kızın masasına hüzünlü bir sessizlik çökmüştü. Onu orada göremeyince mutsuz olduğumu fark ettim ve nedense hayatın tuhaf ve acı veren bir yanının olduğunu düşündüm.
Görevli olduğu kıyafetinden belli olan genç bir erkek kapıda gelenleri karşılıyor, bazen servis şoförü ile konuşmak için dışarı çıkıyor sonra tekrar gelip kapıda bekliyordu.
İçeride karı koca oldukları her hâllerinden belli olan, yüzleri uykulu, orta yaşlı dört kadınla dört erkek, valizlerini önlerine ve yanlarına koymuş dışarıyı seyrediyorlardı. Ben de bir köşeye gidip oturduktan sonra arkamdan on yaşlarında, henüz uykudan