(On dördüncü yaşın ilk güzel gecesine ithaf)
Ufkunda mavi bulutların uçuştuğu dağ,
Büyülü göklerinde sesler duyduğum Aden,
Avucumda dört kollu nehrin verdiği maden,
Üstümde yemişleri alnıma değen Tûbâ.
Müthiş dünyasile uykuma ilk girdiği yer..
Gülümsüyor mavi bir ay ışığında kamış,
Göllerin şekil dolu derinliğine dalmış
Vuslatın havasını çevreleyen iğdeler.
Suların aydınlığında saadetten bir iz:
Dallardan süzülen kayığında bu hoş insan,
Omzuna değen arzu dolu dudakları kan.
Artık bir cennete bağlı bütün günlerimiz.
Artık ışıkla dolu billûr bir kadeh gibi,
En güzel şeytanın elinde tuttuğu gurub;
Akşamlar ağzımda harikulâde bir şurub
Ve başımda geceler yeşil bir deniz dibi.
Ufkunda mavi bulutların uçuştuğu dağ
Ve nebatî bir âlemde duyulan ilk hece,
Bir sesin aydınlattığı yalan dolu gece
Ve dumanlı bir sabah serinliği ormanda.
Ne onda itidal, ne bende günahkâr hâli
Ruhları bir kuş gibi âvare kılan uyku.
Ve çökmüş içimde her zaman o baygın koku,
Lezzeti dudağımda buğulaşan şeftali.
BUĞDAY
Düzüldü uçsuz bucaksız alay;
Çıngıraklar çalar kapılarda.
Düzüldü uçsuz bucaksız alay;
Bak, son hasad başladı rüzgârda.
Okundan ayrılmak üzere yay,
Kuyuların ağzı genişledi.
Okundan ayrılmak üzere yay
Korku tâ kemiğime işledi.
Savruluyor gökyüzünde buğday,
Gölgeler uzunlaşıyor yerde.
Savruluyor gökyüzünde buğday,
Tanrım! Tanrım! Bir deva bu derde.
Düzüldü uçsuz bucaksız alay;
Çıngıraklar çalar kapılarda.
Düzüldü uçsuz bucaksız alay;
Bak, son hasad başladı rüzgârda.
Undan bize de pay, bize de pay,
Koşun buğday dağıtıyor Yusuf.
Undan bize de pay, bize de pay,
Çökmeden sonu gelmiyen küsuf.
Eriyecek tencerede kalay,
Çocuklar ağlaşmasınlar dağda.
Eriyecek tencerede kalay
Yetişmiyecek Ömer imdada.
Altında aynı eyer, aynı tay;
Arayıcısı herkes bir sesin.
Altında aynı eyer, aynı tay;
Seferi aynı köye herkesin.
Artık kuruldu bu kervansaray,
Boşuna düşünür ihtiyarlık.
Artık kuruldu bu kervansaray,
Şimdi seslerle dolu mezarlık..
AVÊ-MARIA
Rüzgâr tersine esiyor.. Niçin?
Eski günler geri mi gelecek?
Kımıldıyor kozasında böcek
Bildiği hayata doğmak için.
Neden içimize doldu vehim?
Ah ümit, ümit yollar boyunca..
Düşünmez miydi akşam olunca
Hacer’in kollarında İbrahim
Ve gemisinde Kleopatra?
Neden yine kaynaştı havalar?
Saadet mi getiriyor rüzgâr
Dolarak erguvan atlaslara?
Elimize değen kimin eli,
Kimdir bu muammalarla gelen?
O mu helezonlara yükselen,
Saba ellerinin en güzeli?
Sesler mi çözülüyor derinde,
Nedir durup dinlediklerimiz,
Şarkı mı söylüyor Semiramis
Babil’in asma bahçelerinde?
Omzundan örtüler kaydı yere.
Kim bu, kim? Alnımızdaki yazı:
Gözlerinde günahının hazzı
Gülüyor saz benizli bâkire..
KURT
Ah! Artık benim de benzim sarı.
Damar kanımı dolaştırmıyor.
Hiçbir kıyıya ulaştırmıyor
Beni Şehrazad’ın masalları.
Anlamıyorum dilinden artık
Geceyi saran güzelliğinin;
İçim kör bir kuyu gibi derin,
Bir şey beklemiyor benden artık.
Susmak istiyorum, susmak bugün.
Susmak.. Hiçbir üzüntü duymadan.
Büyük bir kuş iniyor semadan.
Sükût, bu indiğini gördüğün.
Artık tırtılları beslemiyor
Bahçemin orta yerindeki dut.
Başıma kondu ebedî sükût.
Gün, yeniden doğmak istemiyor.
Kuşla oldumsa da senli benli,
Beynimi kurcalayan bir kurt var:
Anlamak istiyorum, ne yapar
Rüzgârı boşalınca yelkenli?
ZEVAL
Örtüldü hâfızanın örtüsü
Tasalarımın bittiği yerde.
Yükseliyor şimdi perde, perde
“Geri gelen saadet” türküsü.
Devri tamam oldu pervanenin
Gökten bir beklediğim kalmadı.
Tükendi