“Arkamda hafif bir tıngırtı duyup döndüm. Bir dizi sıralanmış altı siyahi adam yola tırmanmaya çalışıyordu. Dimdik ve yavaşça yürüyorlardı, toprak dolu sepetleri kafalarında dengede tutuyorlardı ve tıngırtılar ayak sesleriyle eş zamanlıydı. Bellerine bağladıkları siyah kumaş parçalarının uçları kuyruk gibi bir aşağı bir yukarı sarkıyordu. Tüm kaburgalarını görebiliyordum, kemiklerinin eklemleri bir ipteki düğümler gibi belliydi, hepsinin boynunda demir kelepçeler vardı ve aralarından sarkan, ritmik şekilde şıngırdayan zincirle birbirine bağlıydı. Uçurumdan gelen bir başka patlama sesi aniden aklıma kıtaya ateş eden savaş gemisini getirdi. Aynı türden, tuhaf bir sesti fakat bu adamlara düşman denebilmesi akla hayale sığmazdı. Onlara hükümlü denmişti, ihlal edilen adalet, patlayan bir şarapnelin parçası gibi onları vurmuştu. Denizaşırı gelen, aralanamaz bir sır perdesiydi bu.
Tümü o kuru göğüslerinden soluk alıyor, şiddetli soluyan burun delikleri titriyor ve taş kesilmiş gözleri tepeye doğru bakıyordu. Mutsuz barbarlara özgü, öldürücü soğukkanlılıklarıyla yüzüme bile bakmadan bir karış yanımdan geçip gittiler.
Bu yontulmamışlığın arkasında, başa geçen yeni güçlerin ürünü olan, ıslah edilenlerden biri, ortasından tuttuğu tüfeği taşıyarak umutsuzca yürüyordu. Tek düğmesi kapalı bir üniforma ceket giyiyordu. Yolda beyaz bir adam görünce silahını şevkle omuzuna aldı. Bu normal bir tedbirdi, beyaz adamlar uzaktan birbirine çok benzediği için kim olabileceğimi kestiremezdi. Hızla kendini güvence altına aldı. Büyük, beyaz, namussuz bir sırıtışla ve elindekine attığı bir bakışla, beni duyduğu yüce güvene ortak etti. Sonuçta ben de bu yüce ve adil davanın altında yatan sebebin büyük bir parçasıydım.”
“Yukarı çıkmak yerine döndüm ve sola doğru indim. Aklımdan geçen, tepeye tırmanmadan önce o zincirli çetenin gözden kaybolmasını sağlamaktı. Ben yufka yürekli değilimdir, biliyorsunuz; daha önce saldırmak ve kendimi savunmak durumunda kaldığım olmuştur. Zaman zaman bulaştığım hayat tarzının gerektirdikleriyle, yaptıklarımın bana neye mal olacağını hesaba katmadan direnmek ve saldırıya geçmek durumunda kaldım ki bu da direnişin tek yoludur bazen. Şiddetin şeytani yüzünü gördüm; hırsın, tutkunun. Fakat lanet olsun ki bunlar güçlü, kanlı canlı, kızıl gözlü şeytanlardı. İnsanları sarsan, hükmeden ve onları kullanan. İnsanları diyorum. O yamaçta dikilirken kör edici güneşte yırtıcı ve amansız ahmaklığın o gevşek, sahte, yüreksiz şeytanıyla tanışacağımı öngörmüştüm.
Ne kadar hain olabileceğini ancak birkaç ay sonra binlerce kilometre ötede anlayacaktım.
Aniden dehşete düşerek durdum sanki bir ihbarname durdurmuştu beni. En sonunda etrafta dolaşarak gördüğüm ağaçlar boyunca tepeye tırmandım. Yamaçta birinin kazdığı devasa çukurun yanından geçtim, çukuru açanın amacını tahayyül etmek imkânsızdı. Ne bir taş ocağı ne de bir kum havuzuydu. Alelade bir çukurdu orada duran. Hükümlülere yapılacak bir şey vermek isteyen, hayırsever amacın eseriydi belki de. Bilemiyorum.
Sonra az kalsın çok dar bir hendeğe düşecektim, neredeyse bir sıyrık gibiydi yamaçtaki. Fark ettim ki yapılanma için ithal edilen bir yığın drenaj borusunu oraya yuvarlamışlardı. Aralarında hiç sağlam boru yoktu. Hepsi kontrolsüzce mahvedilmişti. En sonunda ağaçların altına vardım.
Amacım bir an olsun gölgede dinlenmekti, oraya varmama kalmadan cehennem yeri gibi kasvetli ortama adım attığımı fark ettim. Irmak yakındı, ağaçlık alanın hüzünlü durgunluğunu; daimi, düzenli, doludizgin fışkırma sesi sarmıştı. Tek bir nefes bile yoktu, yaprak kıpırdamıyordu, sanki dünyanın yörüngesine yerleşmesinin müthiş sesi işitilir hâle gelmiş gibi, akıl ermez sesiyle akıyordu su.
Araçların arasında çömelmiş, uzanmış, oturmuş, ağaç gövdesine yaslanmış, toprağa tutunmuş, yarısı seçilen yarısı gölgede kaybolan; acı, terk edilme ve çaresizlik içinde olan siyah silüetler gördüm. Uçurumun orada bir mayın daha patladı, ardından ayağımın altındaki toprak hafifçe titredi. Anlaşılan ‘çalışma’ devam ediyordu. Ne çalışma ama!”
“Çıraklardan bazılarının ölmek için kabuklarına çekildiği yerdi burası. Yavaşça ölüyorlardı, çok açık. Ne düşmanlardı ne de hükümlü, artık dünyevi yaratıklar değillerdi. Hastalığın ve açlığın kara gölgeleriydi onlar, yeşilin karanlığında allak bullak olmuş yatıyorlardı. Kıyıdaki ücra köşelerden kanundaki süreli sözleşmelere dayanarak getiriliyor, uyuşmayan çevrelerinde kayboluyor, alışmadıkları yemekleri yiyerek hasta oluyor ve işe yaramaz hâle geliyorlardı. Ancak böyle işten uzaklaşıp buraya sürünerek gelmelerine, dinlenmelerine izin veriliyordu. Bu can çekişen silüetler kuş kadar özgür ve bir kuş kadar zayıftı. Gözlerindeki parıltıları ağaçların altında seçebilmeye başlamıştım. Önüme bakarken elimin yanında bir suret gördüm. İskelet adam boylu boyunca uzanmış, bir omuzu ağaca yaslı duruyordu. Göz kapakları yavaşça aralandı, çökmüş gözleriyle bana baktı; kocaman ve boş gözlerdi, kör gibi. Göz bebeğinin derinlerindeki o beyaz ışık, yavaş yavaş sönüp gitti.
Adam genç görünüyordu, neredeyse bir oğlan çocuğuydu ama böylelerinde bunu anlayabilmek zordur. Ona İsveçlinin gemisine ait cebimdeki bisküviler dışında sunabilecek bir şey bulamadım. Parmakları yavaşça kapandı ve tuttu bisküvileri başka da hiç hareket etmedi, hiç bakmadı. Boğazının etrafına bir parça beyaz yün ipi bağlamıştı. Amacı neydi? Nereden gelmişti? Bir işaret miydi, süs müydü, muska mıydı, yoksa telkin edici bir şey miydi? Bir anlamı vardı da mı yapmıştı? Siyah boynunun çevresinde şaşırtıcı duruyordu denizlerin ötesinden gelen bu bir parça beyaz iplik.
Aynı ağacın yanında iki kemik torbası daha bacaklarını çekmiş oturuyordu. Biri çenesini dizine dayamış, dayanılmaz ve sarsıcı bir ifadeyle boşluğa doğru bakıyordu. Kardeşinin hayaleti yanında yorgun alnını tüm yükünü yaslar gibi dizine yaslamıştı, geri kalan herkes buruk bir çökkünlük hâliyle dolanıyordu, sanki bir kıyımın, vebanın manzarasıydı bu.”
“Ben korkudan dizimin bağı çözülmüş vaziyette dururken bu canlılardan biri elleri ve ayakları üstüne doğrulup emekleyerek nehre su içmek için yöneldi. Eliyle şapır şupur su içerek güneşe oturdu, bacak bacak üstüne attı, sonra kıvırcık kafası göğüs kafesine doğru öylece düştü.
Gölgede daha fazla durmak istemedim ve şubeye doğru ayaklandım. Binanın orada beyaz bir adamla tanıştım, o kadar zarif görünüyordu ki hayal görüyorum zannettim. Dik yakalı, beyaz kollu gömleği, lama tüyü ceketi, bembeyaz pantolonu, temiz kıravatı ve cilalı ayakkabıları vardı. Şapka takmamıştı. Saçı yandan ayrılmış, taranmıştı, büyük beyaz ellerinde yeşil çizgili bir şemsiye vardı. Harika görünüyordu, kulağının arkasında bir kalem sapı vardı. Bu mucizeyle el sıkıştım ve şirketin başmuhasebecisi olduğunu öğrendim, tüm defter tutma işini şubede gerçekleştirdik.
Bir anlığına ‘hava almak için’ dışarı çıktı. Bu yerleşmiş, masabaşı işlere özgü ifade bana oldukça tuhaf gelmişti. Size aslında