Öykü Karagöz, 1997 yılında İzmir’de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Bergama’da tamamladı. 2019 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Mütercim-Tercümanlık Bölümünden mezun oldu. Hâlen, çoğunlukla edebiyat, şiir, sanat, psikoloji, sosyoloji ve felsefe alanlarında serbest olarak çevirmenlik ve redaktörlük yapmaktadır.
I
Gezi yelkenlisi Nellie, yelkenleri biraz bile kıpırdamadan demir attığı yerde dinleniyordu. Akıntı dinmiş, rüzgâr sakindi. Nehre doğru yönelmiş olan Nellie’nin yapacağı tek şey burada durup gelgiti beklemekti.
Thames’ın deniz kıyısı, sonsuz bir su yolunun başlangıcı gibi önümüzde uzanıyordu. Açıkta deniz ve gökyüzü, ufuk çizgisi bile olmadan bir bütündü. Aydınlık alanda gelgitle birlikte yükselen mavnaların bronzlaşmış yelkenleri, vernikli direklerinin parıltıları ve kıpkırmızı kumaşıyla keskin bir şekilde doruğa çıkmış, hareketsizce duruyor gibiydi.
Denize doğru düzlüğünü kaybederek uzanan bu sığ kıyıları, sis bürümüştü. Gravesend karanlıktı, onun ötesini de kederli bir karanlığa hapsetmiş hava, dünyadaki bu en büyük, en görkemli şehrin üzerinde hareketsizce, kara kara düşünür gibiydi sanki.
Kaptanımız ve ev sahibimiz Şirketler Müdürü’ydü. O, teknenin burnunda denize dönük dururken dördümüz sevgiyle onun sırtını izliyorduk. Bu koca nehirde, onun kadar denizciliği anımsatan bir şey yoktu. Bir kılavuz gibiydi, denizci için vücut bulmuş hâliydi güvenilirliğin. Onun uğraşının bu ışıldayan ırmağın ağzında değil, yukarıda kara kara düşünen kederli havayla olduğunu idrak edebilmek çok zordu.
Aramızda önceden de bir yerlerde söylediğim gibi, denize özgü bir bağ vardı. Uzunca süren ayrılıklarımız boyunca kalplerimizi bir tutmasının yanı sıra bu bağın, bizi tüm palavralarımızda hatta tüm katı inançlarımızda bile birbirimize karşı hoşgörülü kılmak gibi bir etkisi vardı. Onca senenin ve meziyetin getirisi olacak ki güvertedeki tek minder, yoldaşların en iyisi Avukat’a aitti ve oradaki tek kilimde o uzanıyordu.
Muhasebeci çoktan domino kutusunu çıkarmış, taşlarla bir mimar gibi oynuyordu. Marlow sağ kıçta bağdaş kurmuş, mizana direğine yaslanmış oturuyordu. Yanakları çöküktü, sarı benizliydi ama sırtı dikti, tüm o münzevi görünüşüyle kollarını avucu dışa dönük biçimde salmış, bir put gibi duruyordu.
Müdür, demirin tutuşu içine sindiğinde kıça doğru geldi ve aramıza oturdu. Tembelce iki üç kelime ettik. Bir süre sonra, sessizlik çöktü teknenin üzerine. Nedense bir türlü o domino oyununa başlayamadık… Derin düşüncelere dalmıştık, sakince boşluğa bakmak dışında hiçbir şeye elverişli hissetmiyorduk. Gün sakin ve duru bir ihtişamla batarak sükûnet içinde sona eriyordu. Su barış içinde parıldıyordu, tek bir toz zerresinin bile olmadığı gökyüzü, üstümüzde şefkatli, uçsuz bucaksız, lekesiz bir ışık yığınıydı. Essex bataklıklarının üstünü saran sis bile karadaki ağaçlık alanın üstünden sarkan, sığ kıyıları şeffaf kıvrımlarla örten tiril tiril ve parlak bir tüle benziyordu.
Fakat batıdaki tepelerin üzerine oturan kasvetli karanlık, güneşin yaklaşmasına hiddetlenir gibi her dakika daha da koyulaşıyordu. En sonunda güneş alçaldı, kavisli ve belirsiz düşüşüyle. O parıldayan beyazlık, yarattığımız insan kalabalığının üzerine doğru meyleden karanlığa değecek olsa ölümcül bir hastalığa yakalanıp her an sönecekmiş gibi ışınsız ve ısısız, kör bir kızıla dönüştü.
Ansızın suyun üzerini de bir değişim sardı ve o sükûnet, daha az ihtişamlı ama çok daha engin bir hâl aldı. Gün batarken bu koca nehir kendi engin yuvasında, kıyılarındaki insanlarına yıllarca yaptığı hizmetlerden sonra, dünyanın öbür ucuna varan bir su yoluna özgü durgun asaletiyle telaşsızca uzanıyordu. Bu onurlu akarsuya, öylece gelip sonra sonsuza kadar yok olan kısa bir günün hışımla akışına bakar gibi değil, ebedî anıların aziz ışığını izler gibi bakıyorduk. Öyle ki aslında, deyim yerindeyse hürmet ve sevgiyle “denize gönül vermiş” bir adam için Thames’ın alt kısımlarında geçmişin yüce ruhunu anmaktan daha kolay bir şey yoktur.
Bitmek tükenmek bilmeden görevini yerine getiren gelgit akıntısı, istirahat için evine ya da savaşmak için denize doğru taşıdığı gemilerin ve adamların hatıralarıyla doludur. Sir Francis Drake’ten Sir John Franklin’e, ulusun gurur duyduğu tüm adamlarla, denizin maceracı gezgin şövalyeleriyle, unvanlı ya da unvansız tümüyle tanışmış, hizmet etmiştir onlara.
Bu akıntı şimdiye dek şişkin sağrıları hazinelerle dolup taşarak eve dönüp Majesteleri Kraliçe tarafından ziyaret edilen, böylece o devasa masalda adı geçen Golden Hind’ten tutun, Erebus ve Terror gibi başka zaferlerin peşinden gidip asla geri dönememiş, isimleri gece vakti ışıldayan mücevherlere benzeyen tüm o gemileri taşımıştır. Gemilerle ve onların adamlarıyla tanışmıştır. Kimi Deptford’tan, Greenwich’ten kimi Erith’ten gelmiş maceraperestler ve yerleşimciler, kralların, işçilerin gemileri, kaptanlar, amiraller, Doğu ticaretinin karanlık davetsiz misafirleri, Doğu Hindistan filolarının görevli generalleri… Altın ya da şöhret avcıları, karadaki kudretin habercileri, kutsal ateşten bir kıvılcım taşıyanlar, hepsi, kılıçlarını ve meşalelerini kuşanarak bu akıntıdan geçmiştir. İnsanların hayalleri, ulusların tohumları, imparatorlukların filizleri… Bu nehrin cezrinde ne yücelikler kıyıya vurmamıştır ki bilinmeyen bir karanın gizemine doğru!
Güneş battı, nehrin üzerine akşam karanlığı çöktü ve ışıklar görünmeye başladı kıyı boyunca. Çamur temelden yükselen üç bacaklı bir bina, Chapman deniz feneri ışıl ışıl parlıyordu. Seyir kanalındaki gemilerin ışıkları oynaşıyordu, bir aşağı bir yukarı kımıldayan ışıkların heyecanlı bir manzarasıydı bu.
Daha batıda, korkunç kent yerinin üst bölümlerinde, gün ışığı varken görünen o karanlık kasvet uğursuzca belliydi hâlâ gökyüzünde.Yıldızların altında dehşet veren kıpkızıl bir ışığa dönmüştü.
“Burası.” dedi Marlow aniden. “Dünyadaki en karanlık yerlerden biri olmuştur hep.”
İçimizde hâlâ “denize gönül vermiş” olarak kalan tek adam oydu. Onun hakkında söylenebilecek en kötü şey, kendi sınıfını yansıtmamasıydı. Tam bir denizciydi fakat birçok denizci deyim yerindeyse yerleşik bir hayat sürerken o aynı zamanda bir gezgindi.
Denizcilerin aklı hep evlerinde durmakta kalır ve evleri her zaman yanlarında olan tekneleriyken, memleketleri de denizdir. Her tekne birbirine benzerken deniz her zaman aynıdır. Çevrelerindeki değişmezliğin içinde yabancı kıyılar, yüzler, yaşamın değişen yoğunluğu ve süzülüp giden mazi, bir bilinmezlik hissiyle değil ancak hafif mağrur bir umarsızlıkla perdelenebilir. Çünkü bir denizci için canına canan olan ve en az kader kadar anlaşılmaz olan denizin, kendisi dışında hiçbir bilinmezliği yoktur… Geriye kalanlarsa saatlerce çalıştıktan sonra kıyıda bir gezinti ya da bir eğlencedir sadece. Bu ikisi ona koca bir kıtanın tüm sırlarını çözmek için yeter ve bir denizci genellikle çözmeye değer bulmaz bu sırları. Denizcilerin masallarında açık bir yalınlık vardır; içlerinde yatan tüm anlam, belki bir incir çekirdeğini dolduracak kadardır.
Fakat Marlow, bol keseden masal okumak konusundaki arzusu dışında tipik bir denizciye pek benzemez. Çünkü onun için bir olayın anlamı o çekirdeğin içinde değil, tümüyle dışındadır. İçinde geçtiği hikâyeyi, bir ışığın ateşi çevrelediği gibi çevreler, ay ışığının hayalî aydınlığında görünen puslu haleler gibi anlam hikâyenin etrafını sarar.
Bu ifadesi pek de şaşırtıcı değildi. Oldukça Marlow’a özgüydü. Sessizlik içinde kabul gördü, kimse onaylamak