“Birader, Fransa’da böyle adına, aşkına, hayatına bade içilecek derecelerde kırk elli şair, filozof gelmiştir. Onlardan sonra, nöbet, Avrupa’nın ve en son dünyanın öte yanlarında, gelmiş geçmiş şairlerin, filozofların, canları, adları için konyak içmeye gelecek olursa hâlimiz ne olur?”
“Ha! Sahi, bak; dünyanın öte yanları dedin de hatırıma geldi. Koca Hafız Şirâzi’nin aşkına bir tanecik parlatmayalım mı?”
“Sa’di, Saib falan, İmriul Kays’a kadar varacak mıyız?”
“Öte yana bile geçeceğiz!”
“Öyle ise benden gelmez! Ben senin kadar felsefeye ve şairliğe tapamam.”
“Ama şimdi bir koca Hafız Şirâzi’yi unutacak mıyız ya?”
“Sen bunun en kestirmesini ister misin? Gel biz gelmiş, gelecek, ne kadar şair, filozof varsa hepsinin şerefine topyekûn bir konyak daha fırlatalım da içeriye girelim; çünkü dördüncü perde belki de başlamıştır.”
“Adam, daha çıngırak çalınmadı be!”
“Öyle ise, sen benim hürriyetime karışamayacağın gibi ben de senin hürriyetine karışmam, dostum! Sen Mişo (Michaud)’nun Meşhur Adamlar Ansiklopedisi’ni eline alırsın; yukarıdan aşağıya kadar gözden geçirip süzersin. Ne kadar usta şair, ne kadar her fenden anlar filozof adına rastgelirsen hepsinin aşkına birer tane içersin. Ama bu gecenin müddeti yetmezmiş! Ama bu kahvede o kadar konyak bulunamazmış! Oraları bana lazım değildir. Ben dediğim gibi gelmiş, gelecek ne kadar tanınmış insan varsa hepsinin aşkına bir daha atıp hemen içeriye ineceğim! Gel, garson! Şunları bir daha silme dolduruver!”
Akşam lokantada içki için ilk teklifi eden Hulûsi, ilk nazı gösteren Ahmet olduğu hâlde şimdi ayak diremenin Ahmet’e, nazın da Hulûsi’ye geçmesi içki hâllerinin dikkate değer eğlencelerindendir.
Neyse, Ahmet’in ille deyip dayatması da ciddi bir şey değildi, keyif getirmek için yapılmış latifeden ibaretti. İki arkadaş gelmiş, gelecek şair ve filozoflar adına bir daha içtikten sonra tiyatroya girdiler ki meğer kendileri zilzurna olurken çıngırak dahi çalınmış bulunduğundan dördüncü perde de başlamıştı.
Hasılı, tiyatro oynandı, bitti; Ahmet Efendi oyunun en ince hükümlerini anlatıp şerh ederek arkadaşı ile birlikte halka uyup dışarıya çıktı ki yağmur daha ilk şiddetiyle sürüp gitmekte olup arabası, setresi olmayan seyircileri bir düşünmek almıştı. Hâlbuki semtleri gene Beyoğlu olduğu hâlde bir düşünceye varan seyirciler arasında semtleri İstanbul olan bu iki arkadaşın düşünceleri daha mühim olacağına şüphe yoktur.
Hulûsi dedi ki:
“Arkadaş, ne yapacağız?”
“Vallahi, bilmem. Bunda geçecek surat yok.”
“Ciğerlerimize geçecek surat pek âlâ var. Sanırım, biz İstanbul’a gidemeyeceğiz.”
“Bir arabaya bindiğimiz gibi gideriz.”
“Ama arabacılar havanın fenalığını fırsat bilerek, baksana, Beyoğlu’nun iki adımlık yerlerine bile bir buçuk mecidiye istiyorlar, bir mecidiyeyi beğenmiyorlar bile. İstanbul’a kadar bir liraya giderler mi dersin?”
“Ne diyeceğimi bilemem; her hâlde bir çare buluruz. Şimdilik benden bir fikir istersen, derim ki: Şuraya, yukarıya, kahveye çıkalım da biraz bekleyelim; belki bir ara verir.”
“Yoksa gene şanına konyak içip alkışlayacak bir büyük şair mi hatırına geldi?”
“Hayır; ama burada, tiyatro kapısının önünde dolaşmak da hoş bir şey değildir, ya? Bizi görenler; ‘Acaba eğlence ister misiniz?’ diye yüzümüze bakarlar.”
“Gerçek, bu da bir fikirdir ya!”
“Hangisi?”
“Kendimizi bu akşam nereye misafir etsek?..”
“Otellere murdarlıktan girilmez. Oralarda pislikten yatılmaz. Yataklar birer mecidiyedir. Sabahleyin kahve ve kahvaltı falan, hep liraya varır. O lirayı arabaya versek de yerimize gitsek daha mı kötü olur?”
“Hayır, hayır; maksadım bir otele gitmek değil! Hem bak, hava da ne kadar soğuk! Şimdi temiz, pak bir sıcak oda! İçinde her gün gelin olup her gece gerdeğe girmeye hazır bir nazenin! Mis gibi yatarız, zevkimize…”
“Benden gelemez, azizim.”
“Canım…”
“Ben sabahlara kadar Jean-Jacgues Rousseau’nun şerefine konyak parlatabilirim; ama o her gün gelin olan nazeninlerle bir dakika bile gerdeğe giremem.”
“Amma yaptın ha!”
“Nafile, hiç üstüme varma! Şurada eski püskü bir araba var. Kimse onu beğenmedi. En ucuz olsa olsa bu olabilir. Şuna sorsana!”
Hulûsi Efendi arabacıya seslenip İstanbul’a kaç kuruşa gideceğini sordu. Herif: “Yedi mecidiye!” demesin mi! Katiyen, bir para aşağı olmazmış!
“Canım, bu ne rezalet!”
“Efendim, köprü açıktır. Ta Azabkapısı’ndan gideceğiz.”
“Orası öyle… Şimdi Galata Köprüsü açılmıştır; sandalla da geçilmez.”
“Efendim, o kadar dolaşıldığı hâlde de gidip gelmek için mecidiyenin birini köprüye vereceğiz demektir.”
Her ne kadar arabacının tamahkârlığına söz yoksa da böyle bir havada İstanbul’a gidip Beyoğlu’na dönmek de bundan ucuza katlanılır belalardan değildi; ama bizim arkadaşlar bu parayı çok görüp arabacıya bir de çıkıştılar; Ahmet Efendi’nin dediği gibi yukarıya kahveye çıkıp yağmurun ara vermesini beklemeye koyuldular.
Kahve içinde boşu boşuna da oturulmaz ya! Victor Hugo’nun, Alexandre Dumas’ın canı için birkaç konyağa daha ihtiyaç görüldü.
Ya Hulûsi Efendi arkadaşını nasıl yalnız bıraksın? Kadehler gelip gitmeye başladı.
Hâlbuki tiyatro daha beşte bitmişti.
Saat altıya geldiği zaman ise kahvede bulunanlar dahi birer ikişer dağılmaya başladılar. Yalnız çalgıcı Alman kızlarına sığışmak ve hizmetçi yedi millet kızlarına yanaşmak isteyen bazı çapkınlar kalıp onlar da anlaştıkları kızlarla ikişer dörder çekilince garsonlar gazları söndürmeye ve bizim iki arkadaşın yüzlerine manalı manalı bakmaya başladılar.
Hulûsi Ahmet’e dedi ki:
“Ee, buradan bize: ‘Uğurlar olsun hoş geldiniz, safalar getirdiniz!’ diyorlar.”
“Şimdi