Annesi yemekten sonra uyumaya gideceği söylemiş olmalıydı, aralarındaki hararetli fısıldaşmanın sonunda kadın oğlunun ricalarına dayanamayıp öbür masaya gidip arkadaşıyla selamlaşmasına izin verdi.
Baron birkaç samimi sözüyle çocuğun gözlerini yeniden parlattı, birkaç dakika onunla sohbet etti. Ancak birdenbire ve bir manevrayla ayağa kalktı ve diğer masaya dönerek şaşıran kadını böylesine akıllı ve neşeli bir oğlu olduğu için kutladı, onunla öğleden önce çok güzel zaman geçirdiğini de söyledikten sonra -o sırada Edgar sevinç ve gururdan kızarmış bir hâlde yanlarında duruyordu- çocuğun sağlık durumu hakkında öyle çok ve ayrıntılı sorular sordu ki, kadın cevap vermek zorunda kaldı. Böylece zorlanmadan oğlanın da mutlulukla ve bir çeşit saygıyla dinlediği uzun bir sohbete başlamış oldular.
Baron kendisini tanıttığında isminin bu kendini beğenmiş kadının üzerinde etki bıraktığını fark etti. En azından kadın kendisine karşı oldukça nazikti ve çocuğu öne sürüp özür dileyerek erkenden vedalaştı.
Oğlan şiddetle protesto etti, yorgun değildi ve tüm gece uyanık kalabilirdi. Ancak annesi Baron’a elini uzatmış, o da bu eli saygıyla öpmüştü bile.
Edgar, o gece rahat uyuyamadı. İçinde mutluluk ve çocuksu bir çaresizlik birbirine karışıyordu. Çünkü o gün hayatında yeni bir şey olmuştu. İlk defa yetişkinlerin kaderine dâhil olmuştu. Yarı yarıya düşlere dalmışken çocuk olduğunu unutarak kendisini bir anda büyük hissetti. O zamana kadar yalnız büyümüş, sık sık hastalanmış ve az arkadaşı olmuştu. Şefkat ihtiyacını karşılayacak kendisiyle fazla ilgilenmeyen anne babasından ve evdeki hizmetçilerden başka kimsesi yoktu.
Yalnızca başlangıçtaki sebebine bakmakla yetinirseniz bir sevginin gücünü yanlış değerlendirirsiniz, öncesindeki gerilime, kalbin büyük sarsıntılarına zemin hazırlayan, yalnızlığın ve düş kırıklıklarının yarattığı o boş ve karanlık duruma bakmak gerekir. Burada çok ağır yaşanmamış duygular beklemiş ve karşısına çıkan, bunu hak ettiği zannedilen ilk kişiye kollar açılarak boşaltılmıştı.
Edgar karanlıkta yatıyordu, hem mutlu hem şaşkındı, gülmek istiyor, ama ağlıyordu. Çünkü bu insanı hiçbir zaman bir arkadaşını veya anne babasını, hatta Tanrı’yı bile sevmediği kadar seviyordu. Daha iki saat önce ismini bile bilmediği bu adamın resmine çocuksu yaşının tüm olgunlaşmamış tutkusuyla sarılmıştı.
Ancak yine de bu beklenmedik ve garip arkadaşlık nedeniyle zorlanmayacak kadar akıllıydı. Ruhunu altüst eden şey kendisini değersiz bulma duygusu, kendisini bir hiç gibi hissetmesiydi. “Ona uygun muyum, ben küçük bir oğlanım: On iki yaşında ve henüz okula giden, akşamları herkesten önce yatağa gönderilen.” diye kendi kendine eziyet ediyordu. “Onun için ne olabilirim? Ona ne sunabilirim?”
Tam da bu durum, bir biçimde duygularını gösterememesi onu mutsuz ediyordu. Başka zamanlarda bir arkadaşını sevdiğinde, ilk yaptığı şey çekmecesinde biriktirdiği çocuksu hazinesindeki pullardan ve taşlardan bazılarını onunla paylaşmak olurdu, ancak şimdi bunlar, daha düne kadar ona çok önemli ve çekici gelen şeyler şimdi değersiz, saçma ve bayağı geliyordu.
Bunları bu yeni arkadaşına nasıl verebilirdi ki, hem de daha o kendisine sen diye hitap ederken aynı biçimde karşılık vermeye bile cesaret edemezken; duygularını ona göstermenin bir yolu, bir imkânı ne olabilirdi? Gittikçe daha çok, daha da çok küçük olmanın, yarım, olgunlaşmamış, on iki yaşında bir çocuk olmanın acısını hissediyordu ve çocuk olduğuna hiç bu kadar şiddetle öfkelenmemiş, hayal ettiği gibi uzun boylu ve güçlü bir adam, diğerleri gibi bir yetişkin olarak uyanmayı hiç bu kadar yürekten istememişti.
Bu huzursuz düşüncelerinin arasına bir de erkeklerin dünyasında olmanın renkli hayalleri de karıştı. Edgar nihayet gülümseyerek uyudu, ancak ertesi sabahki buluşmanın heyecanıyla uykusu bölündü. Daha saat yedide geç kaldığı korkusuyla uyanıverdi. Aceleyle giyindi, başka zaman onu yataktan zorla çıkarttığı için şaşırıp kalan annesinin odasına hızla dalıp onu selamladıktan sonra onun soru sormasına fırsat vermeden aşağıya koştu. Saat dokuza kadar sabırsızlıkla ortalıkta dolaştı, kahvaltı etmeyi unuttu, tek derdi gezintiye çıkacağı arkadaşını bekletmemekti.
Baron nihayet saat dokuz buçukta salına salına geldi. Tabii sözünü çoktan unutmuştu, ancak şimdi oğlanın büyük bir heyecanla yanına koştuğunu görünce bu coşku karşısında gülümseyerek sözünü tutmaya hazır olduğunu söyledi. Kolunu yine omuzuna atıp, mutluluktan yüzü parlayan çocukla birlikte lobide bir aşağı bir yukarı gidip gelmeye başladı ve usulca ama kesin bir dille hemen gezintiye çıkmak niyetinde olmadığını belirtti. Sanki bir şey bekliyor gibiydi, en azından kapıları tarayan huzursuz bakışları bunu işaret ediyordu. Birden duruşu dikleşti. Edgar’ın annesi içeriye girmişti ve Baron’un selamına karşılık vererek neşeyle ikisinin yanına geldi. Edgar’ın çok değerli bir şeyi saklar gibi kendisinden gizlediği gezi planlarını öğrenince gülümseyerek onayladı ve Baron’un onlara katılması için yaptığı daveti de hemen kabul etti. Edgar hemen somurttu, dudaklarını ısırdı. Annesinin tam da o sırada gelmiş olması ne can sıkıcıydı! Bu gezinti yalnızca ona aitti, arkadaşını annesiyle tanıştırdıysa bunu sadece nezaketinden yapmıştı, ama arkadaşını onunla paylaşmak istemiyordu. Baron’un annesine gösterdiği nezaketi fark edince içinde kıskançlığa benzer bir duygu oluştu.
Üçü birlikte gezmeye gittiler ve çocukta birdenbire oluşan değerli ve önemli olma duygusu, yolda ikisinin kendisine gösterdiği dikkat çeken ilgiyle daha da beslendi. Sohbetlerinin neredeyse tek konusu Edgar’dı, annesi çocuğun solgunluğundan ve sinirli oluşundan biraz da yapmacık bir kaygıyla söz ederken Baron gülümseyerek buna karşı çıkıyor ve kendisine hitap ettiği gibi “arkadaşının” güzel tavırlarını övüyordu.
Bu Edgar’ın geçirdiği en güzel saatti. Kendisine çocukluğu boyunca hiç tanınmamış hakları olmuştu. Hemen susması ihtar edilmeden konuşmalara katılabiliyor, hatta daha önceleri hoş karşılanmamış olan bazı isteklerini dile getirebiliyordu. Kendisinin artık bir yetişkin olduğu yanılsamasının hızla derinleşmesi şaşırtıcı değildi. Kurduğu pırıltılı hayallerde, küçüldüğü için atılan bir giysi gibi çocukluğu geride kalmıştı.
Edgar’ın gittikçe daha nazikleşen annesinin davetini kabul eden Baron, öğle yemeğinde onların masasına oturdu. Karşılıklı oturmaları yan yana oturmaya, ahbaplıkları arkadaşlığa dönüşmüştü. Üçlü oluşmuş, kadının, erkeğin ve çocuğun sesleri uyum içinde çıkıyordu.
Hücum
Şimdi artık sabırsız avcı için avına yaklaşma zamanı gelmiş gibiydi. Bir aile gibi üçlü buluşmalar hoşuna gitmiyordu. Üçlü olarak sohbet etmek elbette hoştu, ancak niyeti sohbet değildi sonuçta. Ve toplum kurallarına uymak için arzular maskelediğinde erkek ile kadın arasındaki erotizmin her zaman azaldığını, kelimelerdeki harareti, yakınlaşmanın sıcaklığını yok ettiğini biliyordu. Kadının onun asıl niyetini zaten anladığı için -bundan çok emindi- bu sohbetlerin ötesindeki esas amacı unutmaması gerekirdi.
Bu kadın için gösterdiği çabanın boşa gitmeyeceği ihtimali çok fazlaydı. Bir kadının aslında hiç sevmediği bir kocaya sadık kaldığı için pişman olmaya başladığı ve artık güzelliğinin kızıl tonlarda batan güneş gibi son demlerinde olduğunu anladığı, anaçlıkla dişilik arasında son ve önemli bir tercih daha yapma imkânı olduğu yaşlardaydı. Cevabını çoktan aldığını