Diğer rivayete göre fetihten sonra Ordu-yu Hümayun’daki birçok asker buraya yerleşmiştir. Bu yerleşen ve çoğunluğu Lazistan ahalisinden olan askerler, adadaki yerli kızlar ve kadınlar ile evlenmişler ve dolayısıyla bu Müslüman ahalinin ilk ataları olmuşlardır. Bu hâlde Rum lisanının Türk lisanına galebesinin de normal karşılanması gerekir. Zira çocuklar lisanı pederlerinden değil; daha çok validelerinden alırlar. İlk iki sene zarfında pederler çocuklarıyla hemen hiç konuşamadıkları hâlde, valideler “aggucuk”lardan başka çocuklarla konuşup dillerini öğretirler. Ondan sonra dahi birkaç sene müddet çocuklar pederleriyle konuşmaları günde birkaç saate mahsus kalır. Geceli gündüzlü konuşmaları ise valideleriyle olur. Dolayısıyla ilk dönemlerinde çocuklar ana lisanının pek kuvvetli, baba lisanını ise pek kuvvetsiz öğrenirler. İkinci dönemlerinde de bu lisanı daha da pekiştirirler ve zamanla baba lisanını tamamen unutabilirler.
Antropoloji ilmi noktasından hem acayip ve hem de mühim olan bu hâlin bir misali de İstanbul’da ve yanı başımızdadır. Beykoz’a üç dört saat mesafede bulunan Paşaköy ki asıl bir paşanın çiftliği imiş. Ziraat hizmetinde istihdam için Rumeli’nden bir miktar Bulgar amele getirmiş. Alemdağı’ndaki Ermeni köyünden bazı fukara kızlarını teşvik ederek Bulgarlar ile evlendirmiş. Kocalar karılarına Bulgarca ve karılar kocalarına Ermenice konuşacak değiller ya? Tabii olarak Türkçeyi ailece ana lisan kabul etmişler. Bunlardan doğan evlat dahi o lisanı konuşuvermişler. Şimdi bu köy ahalisinin mezhebi ilk pederlerinden onlara geçen Rum Ortodoks mezhebidir. Hâlbuki ne kadınları, ne de erkekleri ne Rumca, ne Ermenice ne de Bulgarca hiçbir kelime bilmezler. Türkçe onların ana lisanları olmuştur. Telaffuz tarzları diğer civardaki ahalisinin telaffuzlarına benzemez. Bulgar telaffuzuyla Ermeni telaffuzu arasında kalan bir telaffuz tarzıdır.
Lakin Paşaköylüler ile Girit’in Müslüman ahalisi arasında bu mukayesede büyük bir fark vardır. Bulunduğu tabii coğrafya Girit ahalisi üzerinde pek büyük bir tesir göstermiştir. Ada ahalisinin kadim olan o zekâsı üzerine Müslüman ahalinin de zekâ ve tecrübesi eklenmiştir. Türkçe konuşmalarındaki latif olan şivesi, diğer Müslüman ahalinin hiçbirisine benzemez. Yine adanın o eski olan ahalisinin şivesine benzer.
Acayip bir şey! Mevkiin, mekânın bu yoldaki tesiri yalnız insanlara da mahsus değil. Hayvanlara ve bitkilere de mahsus. Mesela Ankara coğrafyasının tesirinde kalan tiftik keçileri, Ümit Burnu’nda üretilebilirse de oranın tabiatına, coğrafi özelliklerine uygun olmamasından dolayı yine bir tuhaflık vukua geliyor ve yünleri daha sert oluyor. Birkaç senede bir, Anadolu’dan yeniden tekeler, yani erkek tiftik keçileri oraya götürülmekle, oraya mahsus olan özellikler ile yeniden yeniye aşılanmayacak olsalar, tümüyle değişecekler. Bir de asıl Taif’den gelmiş olan çavuş üzümü İstanbul’da başka, Fransa’da başka mahsul vermiştir. İstanbul’daki çavuş üzümü, Taif’teki çavuşa nispetle pek de iyi değilse de Fountainbleu’daki Şasla üzümüne, Taif üzümünün aynısıdır demek pek güçtür. Manisa kavununun tohumu ilk sene İstanbul’da ekilince aslına yakın bir kavun verebilmiş ise de ikinci senesi âdeta yerli kavununa dönüşüverir.
Asıl konudan biraz uzaklaştık ise de zararlı mı çıktık? Roman okumaktan maksat yalnız masal mı dinlemektir? Biz her romanımızda okuyucularımızın malumatını arttıracak birkaç lakırtı söylemez isek içimiz rahat etmez. Lakin biz sözümüze tabi değiliz ya? Sözümüz bize tabidir. Asıl konudan uzaklaşmış sayılır isek de işte yine asıl hikâyemize dönüveririz.
Bu ailenin tarihi geçmişi Girit’ten başlar demiştik. Çünkü Saniha Hanım’ın pederi Daniş Bey asıl Giritli idi ve o adanın soylu ailelerinden olmak üzere gayet zeki ve ileri görüşlü bir adamdı. Ticaretle pek ziyade haşir neşir olmuş bir aileden olmakla, kendisi dahi ticaretin inceliklerine vakıf olmakla beraber, terbiye ve talimine dahi ihtimam edildiğinden ilim irfan ile de meşhur olmuştur. Bir aralık İskenderiye’nin pirincini, pamuğunu Girit’e getirmiş ve Girit’in de sabununu, zeytinyağını, zeytinini Mısır’a nakletmiş ve ticaretini daha da genişletmek için İskenderiye’ye yerleşmişti. Orada çok paralar kazanmıştı. Nihayet zekâsı ve takip ettiği yol Hidivler yönetiminin dikkatini çekmiş ve dolayısıyla devlet işlerindeki idari hizmetlerde istihdama davet edilmişti. Teklif olunan maaş pek yeterli olmakla beraber, zaten zengin ve ticaret mahsulü de yeterli olan bu zatın o maaşlara ihtiyacı yok idiyse de sadece şan ve resmî şerefe heves ederek vuku bulan teklifi kabul etmişti. Zaten Mısır’ın ileri gelenleri için bir taraftan ziraat ve ticaretle uğraşmak; diğer taraftan da memuriyette bulunmak; hele o zamanlar için çok da ulaşılmayacak bir şey de değildi. O zamanlar Daniş Bey, henüz yirmi beş, yirmi altı yaşlarında bir genç adamdı. Bekâr dahi bulunması hasebiyle, Hidiv ailesinden muteber bir kız ile evlendirildi ki o kız dahi güzel, ilim irfan ve terbiye sahibiydi. Bu güzel hasletlerinden başka çeyiz olarak da büyük mal mülk ve mücevherlere sahip idi. Bu kadın işte hikâyemiz esnasında güzel konakta Saniha Hanım’ın validesi olarak tanıdığımız Seniha Hanımefendi’dir.
Gariptir ki Daniş Bey, Mısır’daki idari memuriyetine fazla devam edemedi. Memuriyetten istifa ile birlikte artık ticaretle meşguliyeti de pek muvafık görmedi. Zira bu geri dönüşün dikkatlerden kaçmayacağını düşünüyordu. Üç dört sene sonra memuriyetinden istifa ile ve ticaret işlerini de bırakarak İstanbul’a yerleşti. Bu değişikliğin sebebi de yalnız bir hevesten ibaretti. Hem de ne heves! Sadece “Paşa” unvanını almak içindi. Çünkü bu unvanı önceki memuriyetinden alamadığı için küsmüş ve böyle bir karara lüzum görmüştü.
Burada dahi idari memuriyete başladı. Arzusu ise o paşalık unvanını almaktan ibaret. Lakin boşuna: “İnsan pek heves ve emel ettiği şeyden mahrum kalır.” dememişler. Kendisi aslında ilim irfan sahibi bir insandı. Daha ilk memuriyetinde pek büyük bir başarı gösterdiği için rütbesi epeyce üst makamlara terfi olunduysa da bir türlü heves ettiği paşa unvanına nail olamadı. Gerçi “Saadetlü Beyefendi Hazretleri” lakabına nispetle “İzzetlü Paşa” lakabı üç dört derece aşağıda ise de heves bu ya… Daniş Bey gayet gururlu bir adam. Aslında bu arzusunu hangi makama anlatsa derhâl arzusunun yerine getirilmesi için hiç bir mâni, hiç bir zorluk yok idiyse de: “Bu unvana heveskâr olduğum anlaşılacak olursa beni küçümserler.” düşüncesi buna da mâni oluyordu.
Adam milyonlarca servete sahip olan ve kendisini her şekilde bahtiyar bulan Daniş Bey, sadece şu unvan cihetindeki bahtsızlığından dolayı feleğe küserek en sonunda sahip olduğu mühim bir mutasarrıflıktan istifa ile tekaüt, yani emekli olmuştur.
Ama bu tekaüt kelimesine bugün verilen mana o zaman verilemezdi. O zamanlar Mülkiye Tekaüt Nizamnamesi henüz düzenlenmemişti. Zaten Daniş Bey’in emeklilik maaşına ihtiyacı da yok ya. O zamanlar memuriyetlerde her ne suretle olursa olsun mal mülk sahibi olanlar, kendi istekleriyle emekliye ayrıldıkları gibi servet ve zenginliği kendisine hiç yüz karası getirmeyecek olan Daniş Bey’in bu emekli olmasına hayret bile edilemezdi. Hazır söz sırası gelmişken büyük bir teşekkürle hatırlatmalıyız ki idari, adli ve diğer memurların emekli sandığının ve nizamnamesinin tesisi hükümet tarafından yeniden düzenlenmiş ve memurlar birçok sıkıntıdan kurtulmuşlardır.
Yukarıda bir münasebet düşerek Daniş Bey’in kendisini her cihetle bahtiyar gördüğünü söylemiştik. Bu söz pek de tamamıyla doğru bir söz değildir. Her cihetle bahtiyar olabilmek bu dünyada hiçbir kimseye nasip olamaz. Gerçi servet