Yukarıda alnının erkeksi bir güzellikte sıkı tuttuğu cildi etli ve biraz yumuşak yanaklarında ve huzursuz ağzında gevşiyordu; önceleri heybetli ve hükmedici görüntüsü yakından bakıldığında zorla bir arada tutuluyormuş gibi duruyordu. Bedensel duruşunda da benzer bir çelişki vardı. Sol eli sakince masanın üzerinde duruyor ya da en azından öyle görünüyordu; çünkü parmak eklemlerinde sürekli ufak titremeler oluyordu ve ince, bir erkek eli için fazla yumuşak ve narin parmakları devamlı boş tahta üzerinde görünmez figürler çizerken, ağır göz kapakları ile örtülü gözleri konuştuğu kişiye ilgiyle bakmaktaydı. Huzursuz muydu ya da yükselmiş olan heyecanı hâlâ sinirlerinde titreşiyor muydu; her hâlükârda elinin bu istem dışı hareketleri, öğrencisiyle yaptığı konuşmada sakince dinlediğini belli eden yorgun ama yine de dikkatli yüzünün dinginliğiyle zıtlık içindeydi.
Nihayet sıra bana geldi, yaklaşıp, adımı ve niyetimi söyledim ve o anda bana bakan mavi parlak gözbebeğinde bir yıldız parladı. Tam iki, üç saniye kadar bu parlaklık soru sorarcasına çenemden saç diplerime kadar yüzümde dolaştı: Bu yumuşak sorgulama gibi olan bu bakış karşısında kızarmış olmalıyım çünkü hemen gülümseyerek heyecanıma karşılık verdi.
“Demek benim derslerime kaydolmak istiyorsunuz: Bunu daha ayrıntılı konuşmalıyız. Bunu hemen yapamayacağım için kusura bakmayın. Şimdi halletmem gereken bir şeyler daha var, belki beni aşağıda ana kapının önünde bekler ve sonra evime kadar eşlik edebilirsiniz.” Bu sırada narin, ince elini uzattı, bir eldivenden daha hafif ve yumuşak bir biçimde parmaklarımı tutarken kibarca bir sonraki öğrenciye dönmüştü bile.
On dakika kalp çarpıntılarıyla ana kapının önünde bekledim. Daha önceki eğitimimi sorarsa ne söyleyecektim, ne derslerde ne de boş zamanlarımda edebî konularla hiç ilgilenmediğimi nasıl itiraf edecektim?
Beni hor görür müydü, ya da belki de bugün beni büyülercesine sarmalamış olan o ateşli gruptan hemen çıkartacak mıydı? Ancak o gülümseyerek hızla yanıma yaklaştığında varlığı tüm tutukluluğumu giderdi, evet, hatta o beni hiç zorlamadan ilk sömestir oldukça ihmal ettiğimi itiraf ettim (onun karşısında bir şeyi gizleyecek gücüm yoktu). Yine o sıcak, anlayışlı bakışları beni sarmaladı. “Esler de müziğe dâhildir.” diyerek cesaretlendirircesine gülümsedi ve belli ki bilgisizliğimden ötürü daha fazla utanmayayım diye sadece kişisel sorular sormaya başladı, nereli olduğumu, burada nerede oturmayı düşündüğümü sordu. Henüz bir oda bulamamış olduğumu anlattığımda da bana yardım etmeyi teklif etti ve önce kendi oturduğu binada, yarı sağır yaşlı bir kadının kiraya verdiği ve bütün öğrencilerin memnun kaldığı küçük odayı görmemi önerdi. Diğer her şeyle kendisi ilgilenecekti; eğer eğitimi gerçekten ciddiye almak niyetindeysem, beni her bakımdan desteklemeyi görevi olarak gördüğünü söyledi. Evinin önüne vardığımızda tekrar elini uzattı, ertesi akşam birlikte bir ders planı hazırlamamız için onu evinde ziyaret etmemi teklif etti. Bu insanın beklemediğim iyiliği karşısında duyduğum şükran o kadar büyüktü ki sadece saygıyla elini tutarken şaşkın bir hâlde şapkamı çıkardım ve ona teşekkür etmeyi unuttum.
Aynı binadaki küçük odayı elbette hemen kiraladım. Oda hoşuma gitmemiş olsaydı da tutardım. Bunun sebebi de bana bir saatin içinde diğer hocaların verebileceğinden daha fazlasını veren, o büyüleyici hocaya duyduğum samimi minnet ve mekân açısından da yakın olmak isteğimden olurdu. Ama küçük oda çok güzeldi: Çatı odası hocamın dairesinin üstündeydi, yukarıdan sarkan tahta çatı parçaları yüzünden biraz loştu ama komşu damları ve kilise kulesini gören geniş bir bakış açısı vardı; uzaklarda memleket hissi veren kare şeklinde yeşil çayırlar ve onların üzerinde bulutlar görünüyordu. Yaşlı ve duvar gibi sağır ev sahibesi geçici kiracıları ile evladıymış gibi dokunaklı bir anaçlıkla ilgileniyordu; iki dakika içinde anlaşmıştık ve bir saat sonra da bavulum tahta basamakları gıcırdatarak yukarı çıkıyordu.
O akşam artık dışarı çıkmadım, hatta yemek yemeyi, sigara içmeyi bile unuttum. Bavula elimi ilk attığımda çıkan, tesadüfen yanıma almış olduğum ve (yıllardan beri ilk defa) okumak için sabırsızlandığım Shakespeare’di. O ders bende tutkulu bir merak uyandırmıştı ve şiirlerin sözcüklerini daha önce hiç okumadığım gibi okudum. Bu tür değişimleri açıklamak mümkün müdür? Ama bir anda yazım dünyası bana kapılarını açıvermişti, kelimeler sanki yüzyıllardan beri beni arıyormuş gibi üzerime akıyordu; mısralar beni bir ateş bulutu gibi sürükleyerek tüm damarlarıma kadar işliyordu, öyle ki rüyada uçtuğumu görür gibi şakaklarımda garip bir gevşeklik hissettim. Sarsılıyor, titriyor, kanımın daha sıcak aktığını, içimi bir ateş gibi sardığını hissediyordum. Daha önce bana hiç böyle bir şey olmamıştı ve sadece tutkuyla verilmiş bir ders izlemiştim.
Ancak bu sohbetin sarhoşluğu hâlâ içimdeydi, bir satırı sesli olarak tekrarladığımda sesimin gayriihtiyari onun sesini taklit ettiğini duyuyordum, cümleler aynı coşkulu ritimle akıyor ve ellerim aynı onunkiler gibi dalgalanmak istiyordu. Sanki büyülenmiş gibi, o güne kadar ruhsal dünya ile aramda olan duvarı bir saatin içinde yıkmış ve tutkulu benliğim, bugüne kadar bağlı kaldığım yeni bir coşku keşfetmişti: Ruhani kelimelerdeki tüm dünyeviliklerin keyfini çıkartma isteği.
Tesadüfen Coriolamus’a6 denk gelmiştim ve bütün Romalıların bu en tuhafının tüm elementleriyle tanıştığımda yeni bir sarhoşluğa kapılmış gibi oldum: Gurur, cesaret, öfke, kibir, alay; duyguların tüm metalleri: çok tuz, çok kurşun, çok altın. Birdenbire bu sihri fark etmek, anlamak yeni bir keyifti! Gözlerim yanana kadar okudum, okudum; saate baktığımda üç buçuktu.
Altı saat boyunca bütün duyularımı hem uyarmış hem de aynı zamanda uyuşturmuş olan bu yeni güç karşısında neredeyse korkmuş bir hâlde ışığı söndürdüm. Ama içimde resimler yanmaya ve titremeye devam ediyordu, önümde bir sihir gibi açılan bu dünyayı genişleteceğini ve tümüyle içime işleyeceğini düşündüğüm ertesi günün özlemi ve beklentisi yüzünden pek uyuyamadım.
Ancak ertesi sabah hayal kırıklığı getirdi. Sabırsızlık içinde hocamın (bundan sonra ondan böyle bahsetmek istiyorum) İngilizce fonetik dersini vereceği amfiye giren ilk öğrencilerden biriydim. Hocam daha içeriye girer girmez korktum: Bu, dünkü insan mıydı, yoksa sadece benim coşkulu ruh halim ve heyecanım mı onu, tartışma sırasında kelimeleri şimşek çakar gibi, kahraman ve soğukkanlı, atak ve zorlayıcı kullanan bir Coriolanus’a yüceltmişti? İçeriye yavaş ve sürüklenen adımlarla giren kişi, yaşlı ve yorgun bir adamdı.
Sanki yüzündeki parlak tabaka yok olmuştu, şimdi ön sıradan neredeyse hasta gibi olan mat yüz çizgilerinde derin kırışıklıklar ve çatlaklar görüyordum; gevşek yanaklarının griliğinde enine mavi gölgeler çizilmiş gibiydi.
Okuyan hocamın gözlerini ağır gözkapakları gölgeliyor, solgun ve ince dudaklı ağzı da kelimelere hiçbir fark katmıyordu; neşesi, içinden taşan o coşkulu hâli nerede kalmıştı? Sesi bile bana yabancı gibiydi: Gramer konusunun kuruluğundan olsa gerek, monoton ve yorgun adımlarla kum üzerinde yürüyormuş gibi sertti.
Huzursuz oldum. Bugünün ilk saatlerinden beri beklediğim adam bu değildi; dünden beri beni ruhsal olarak aydınlatan görüntüsü nereye gitmişti? Burada bıkkın bir profesör etkisini yitirmiş bir sesle konusunu öylesine anlatıyordu; tekrar tekrar endişeyle belki yine de dünkü gibi tınlayan bir el gibi duygularımı sıcacık titreten ve tutkuya yükselten sesine döner mi diye dinliyordum.
Bu