Doğruca bir hana indi. O gece bir handa misafir kalarak ertesi sabah pederinin konağına gitti. Dairenin debdebe ve şatafatı babası zamanından pek çok ziyade idi. Kapıcıya Yakup el Deca’nın orada olup olmadığını sordu.
Ancak “sidi” diye Yakup’un ismini anmadığı cihetle kapıcıdan bir güzel azar yedi. O zamana kadar Hasan Mellah yüreğinde bir mahzuniyet hissetmiş ise o da bu mahzuniyet idi. Çünkü Yakup el Deca’ babasının soytarısı olup hatta “Deca! Deca!” diye garip bir yolda çaylak gibi öttüğünden “el Deca” lakabını almıştı. Şimdi böyle bir adama “sidi” lakabı vermemiş olduğundan dolayı konak kapıcısı gibi bir heriften azar yemesi, elbette ziyadece üzülmesine sebep olabilir.
Biçare çocuk konağa girip girmemekte şaşkın kalarak oralarda gezinirken konak kapısından bir kalabalığın çıkmakta olduğunu görünce o tarafa dikkatlice baktı. Yakup el Deca’ sırmalar içine boğulmuş olduğu hâlde, güzel bir ata binmiş ve oralarda bulunanlardan anladığına göre, şah sarayına musahiplik görevini ifa etmeye gitmekteydi. Hasan, adamın o gururlu tavrını görünce derinden bir ah çekti. Hele babası zamanından beri her sabah sadaka almaya alışarak merhumun şehit edildiği günden beri her gün defettikleri hâlde, hâlâ ümitlerini kesememekte bulunan beş on kadar dilenciyi görünce Yakup el Deca’ “Canım şu gelenleri niçin kovmuyorsunuz? Her gün beni rahatsız ediyorlar!” diye melunca bir tavırla fukarayı rencide etmesi Hasan’a bütün bütün dert koydu. Yakup çıkıp gittikten sonra arkası sıra yine mükellef bir ata binmiş olduğu hâlde Dominico Badia, namıdiğer Pavlos’un dahi konaktan çıktığını gördü. Gerçi Hasan o zamana kadar henüz Pavlos’u görmüş, tanımış değildi. Ancak Giovanni yanında görmüş olduğu resmi layığıyla ezberlemiş olduğundan habisi gördüğü anda tanıdı.
Hasan o gün memleketi enine boyuna gezerek, vaktiyle cumadan cumaya konağa gelip babasının eteğini öperek, birkaç iltifata mazhar olmayı nimet bilen bazı kimseleri gördü. Her birini gördükçe bir başka yolda üzülüyordu. En garibi şurası ki kendi ailesinin fertleri hayli kalabalık olduğu hâlde bunlardan hiçbir kimseye rast gelmiyordu. Nasıl rast gelsin ki, en çoğu isyan sırasında mazlumca şehit edilmiş ve kalanları dahi başlarını alıp birer tarafa savuşmuş idi.
Şehrin her tarafını gezip ahvali gözden geçirdikten sonra akşamüzeri misafir olduğu hana geldi ve akşama ne yemek istediğini suale gelen hancıya, ne yemek olursa olsun kabul edeceğini beyan ettikten sonra herif ile aşağıdaki gibi konuşmaya başladı.
Hasan: “Sen kaç seneden beri buradasın?”
Hancı: “Kaç seneden beri anamdan doğmuş isem o kadar seneden beri buradayım.”
Hasan: “Demek oluyor ki buralısın?”
Hancı: “Evet efendim, öyle demek.”
Hasan: “Burada bir Yakup el Deca’ varmış bilir misin?”
Hancı: “Birkaç seneye kadar bilmezdik, birkaç seneden beri öğrendik.”
Hasan: “Lakin sen ne tuhaf bir adamsın. Her lakırtına insanın güleceği geliyor.”
Hancı: “Ağlayacağı gelmesin de güleceği gelsin, zararı yok.”
Hasan: “Ee, Yakup el Deca’ nasıl bir adamdır, kibardan bir şey midir?”
Hancı: “Eğer kibarlık zenginlikten, zenginlik de cana kıymaktan ibaret ise kibardır.”
Hasan: “Ne demek, sen âdeta kinayeli lakırtı söylemeye başladın ya!”
Hancı: “Kinayesi, filanı yok. Herif Sidi Osman’ın soytarısı iken zavallı adamcağızın evini barkını berbat edip şimdi kendi karşısında birtakım soytarılar takla atmakta ve efendimiz pek kibar olduğundan atılan taklaları beğenmedikçe herkesçe bilinen maharetine dayanarak kendisi düzeltmektedir.”
Herifin şu son lakırtısına dahi ihtimal ki gülmek mümkündü. Lakin bu lakırtı Hasan’a pek fena tesir ettiğinden çocuğa tebessüm hâli vaki olmadı. İçinden bir ah edip yine sözüne devam etti.
Hasan: “Sidi Osman için zavallı diyorsun, bu adam kimdir? Ben onu bilmiyorum.”
Hancı: “Bilinecek bir adam vardı, siz onu bilmiyorsunuz. Zavallıdır zahir. Herif dünyada melek gibi adam iken şeytanların bile layık olmadığı bir alçaklıkla katledildi.”
Hasan: “Kim katletti?”
Hancı: “Yakup el Deca’, kendi soytarısı.”
Hasan: “Acayip, öyleyse Yakup kısas edildi mi?”
Hancı: “Gördünüz mü bir kere, işte siz tuhaf söylüyorsunuz. Bir adam Fas padişahının has soytarısı olur da kısas edilir mi?”
Hasan: “Öyleyse kendisini herkes seviyor demek.”
Hancı: “Onu bilmem. Yusuf Nişâr’dan sormalı.”
İşte bu Yusuf Nişâr ismi, Hasan’ın kanını başına sıçratacak bir isimdi. Bu ismi işitir işitmez bir kere benzi atıp yine derhâl kendisini toplayarak sözüne devam etti.
Hasan: “Bu Yusuf Nişâr kim oluyor?”
Hancı: “Yusuf Nişâr, demin dediğim Sidi Osman’ın emektarlarından birisidir. Osman’ı bu Yakup el Deca’ katlettiği zaman Yusuf Nişâr ile bir de Sidi Osman’ın kardeşi Sidi Hamdan’ın -adı pek hatırıma gelmiyor fakat İspanyol- bir uşağı Yakup’tan intikama kalkıştılar. Fakat bir iş beceremediler. Yakup bunların ikisini de yakalayıp kafalarını kesmeye hazırlanmıştı. Nasılsa Sidi Osman’ın eski bendelerinden bir adam kendilerini kurtardı. Yani Yakup’un hapsinden kaçırdı.”
Sidi Hamdan’ın uşağı olan İspanyol’un ismini hancı bilmediği cihetle, Hasan’a haber verememiş idiyse de biz bu hikâyenin yazarı olmak sıfatıyla okuyucularımıza haber verebiliriz ki bu İspanyol, Hasan Mellah’ın haydutlar gemisinde tesadüf etmiş olduğu Alonzo’dur. Hoş, ihtimal ki bunu Hasan da bilir ya? Yusuf Nişâr’ı mutlaka bilir. Çünkü Yusuf Nişâr, Hasan’ın kundağını kucağında gezdirip büyüdüğü zaman dahi dizleri üzerinden indirmediği bir adamdır. Hasan hancıyı sorgulamaya devam etti.
Hasan: “Bu iki intikamcı kaçtılar ha?”
Hancı: “Hayır, kaçamadılar, onları kaçırdılar.”
Hasan: “Neyse, şimdi acaba bu Yakup el Deca’nın, bahsi geçen Yusuf Nişâr gibi başka dostları daha yok mudur?”
Hancı: “Vallahi pek bilemem. Lakin şimdi zaptiyelik etmekte bulunan Akrep isminde bir herif vardır ki o da Sidi Osman’ın kölelerindendir. Sidi Osman’ın kölelerinin, efendilerinden gördükleri nihayetsiz nimetin hakkı olarak mutlaka intikam sevdasında olacaklarını kestirebilirim. Hem bizim nemize lazım? Artık bu lakırtıyı bırakalım, şayet bir işiten olursa belasını çekeriz.”
Hancı şu son lakırtısıyla gösterdiği ihtiyatı, en evvel göstermek lazımdı. Lakin herif feleğe bel bükmez, hür kimselerden bulunduğu için, ta Akrep’in ismini verinceye kadar bu ihtiyata lüzum görmeyip ondan sonra kim bilir ne gibi düşüncelerden dolayı lakırtının önünü kapattı.
Hasan bu Akrep’in kim olduğunu ve babasına ne kadar muhabbetli kölelerden bulunduğunu bildiği cihetle onun ismini almaktan derecesiz memnun olmuştu. O geceyi bu hâl ile geçirdi. Ertesi sabah hükûmet konağına gidip sora sora Akrep’i buldu. Hatta Akrep’e kendisini tanıttırmaya dahi lüzum kalmadı. Herif velinimetzadesini