(ehemmiyet hâli gösterir bir tavırla) “Kaçak mı imiş?”
“Evet efendim!”
“Nereden kaçmış?”
“Söylüyor mu ya? Hatta adını sordum. Tebessümle ve Çerkezlere mahsus bir güzel şive ile ‘Halayık kısmının adı olmaz. Alan efendi ne ad takarsa adı o olur.’ dedi. Doğrusu ya, zengin olmayıp da züğürt olduğuma bir pişman oldum ki!”
Mesut Ağa, meddahın son sözüne hiç olmazsa bir tebessüm etmek lazım gelirken güya dünya yıkılmış da kendisi altında kalmış gibi bir düşünmeye varıp bir hayli çatındıktan matındıktan sonra meddaha dönerek:
“Şu cariyenin simasını tarif edebilir misin?”
“Nasıl edemem efendim. Şekli hâlâ karşımda. Fidan gibi boy! Etine dolgun beyaz ten! Uzun, gür, kumral saçlar! Az basıkça kaş. Çerkezlere mahsus olan çukurca fakat gayet güzel ela gözler. Yuvarlakça burun, yuvarlakça çene, hatta yumru çenesinin orta yerinde de bir çukur ki tebessüm edip de yüzü buruştuğu zaman güya çenesi çukurun içine gömülüp gidecek gibi bir hâl gösteriyor. Boynun sağ tarafında da çitlembikten büyük bir siyah ben.”
Meddahın son tarifi üzerine Mesut Ağa bir hareket gösterip yüzünün karanlığında gece çakan şimşek gibi bir sevinç parıltısı görüldü.
Şimdi siz dersiniz ki Mesut Ağa bu cariyeyi tanıdı mı? Pekâlâ, tanımış olsun. Fakat o aralık ağanın karşısında el pençe divan duran uşak Selim’e ne oldu? O da tanıdı mı? Çünkü onun yüzünde evvelki hâlden başka birtakım hâller, alametler görüldü. Özellikle odada artık duramayarak dışarı çıkmaya bir vesile aramak için midir nedir etrafına birkaç kere bakındı. Güya bir şey aradı da bulamadı gibi bir tavırla kendini dışarıya attı. Hatta iki dakika sonra Mesut Ağa çubukları tazeletmek için “Gel!” diye nida ettiği hâlde Selim’den bir eser görünmedi. Aradan yarım saatten ziyade vakit geçtikten sonra Selim nefes nefesi takip ederek yine içeriye girip emre amade imiş gibi bir duruş göstermekle Mesut Ağa’nın işareti üzerine çubukları alarak tazelemeye gitti.
Fakat Selim’in kaybolduğu müddet içinde Mesut Ağa ile Meddah İsmail arasında şu konuşma dahi geçmişti.
M: “Bu cariyenin fiyatını sormadın mı?”
İ: “Üç kese akçe istiyorlar.”
“Hani ya ucuz verilecekmiş ya?”
“Ama efendim yine ucuzdur. Cariye görülmeye muhtaç.”
“Sen bir tarif ettin ki görmüş kadar oldum. Tebessüm ettiği zaman bir büyük gamzesi de ağzının sağ tarafından belirmez mi?”
“Vay siz bu cariyeyi tanıyor musunuz?”
“Yok. Fakat senin tarifin üzerine öyle olması lazım gelir.”
“Evet efendim.”
“Öyle ise üç kese çoktur bile. Fakat ne ise. Yarın gidip cariyeyi almalı.”
(tebessümle) “Kimin için efendim?”
“Eğleniyor musun?”
“Estağfurullah efendim. Sordum.”
“Efendi için. Ben cariyeyi ne yaparım? Cariyeyi al! Esircisi buraya gelsin. Cariyeyi getirmesin. Onu biz alırız. Parayı verelim de.”
“Ama tuhaf ha! Biz şakadan esirci iken gerçekten tellal olduk.”
“Fena mı? Bundan sonra ne zaman gitsen daha güzel gezer, eğlenirsin.”
“Hayhay efendim! Sayenizde.”
“Sayemde zahir!”
Selim çubukları getirir. Dereden tepeden biraz söz daha edilip meddahın çubuğunun bitmesi üzerine kalkar, gitmeye izin ister. Mesut Ağa dahi cariyenin satın alınması, hatta ihmal etmeyip mutlaka ertesi sabah giderek esirciyi getirmesi hakkındaki emri tekrar ettikten ve bu işte kendisine dahi birkaç altın tellaliye vereceğini hatırlattıktan sonra veda merasimi yapılarak Meddah İsmail gider.
İsmail gittikten sonra Mesut Ağa’nın hâli nazarıdikkati çekecek bir şekilde değişti. Yüzünün her gözeneğinden ter yerine ferahlık ve sevinç buharlaştığı aşikâr görülürdü. Ancak içi içine sığmayıp kâh oturur kâh kalkar ve derin derin bir şeyler düşünürdü. Hatta bir aralık başındaki kavuk dahi başına ağır gelerek çıkarıp kavukluk üzerine koydu ve çubuğu eline alıp savura savura içerek oda içinde bir aşağı beş yukarı gezinmeye başladı.
Bu aralık çat çat kapı çalındı. O zaman “Kim o?” demeden kapı açmak olmadığı hâlde uşak güya gelen zatın kim olduğunu evvelden biliyormuş gibi olduğu yerden kapının ipini çekti, merdivenden yukarı telaşla biri çıktı. Soluk soluğa yetişemeyerek kapıyı açıp içeriye girdi.
Bu zat, Veysel Efendizade Osman Bey’dir ki on yedi on sekiz yaşında bir delikanlı. Hem o zamanın en güzellerinden sayılır bir delikanlı olup fakat güya kırk yıl yatakta yatmış da şimdi kefeni yırtarak kalkmış gibi benzi kireç kesilmişti.
Girer girmez selamdan evvel söze başladı.
O: “Aman lala! Bir hayır haber varmış.”
M: “Hayır ola beyim?”
“Bizim Nergis bulunmuş öyle mi?”
“Nasıl Nergis?”
“Canım hani ya satılığa çıkardığımız zaman müşteriye gittiği yerden kaçan Nergis.”
Osman Bey’in şu ifadesi üzerine Mesut Ağa’nın çehresine gazap alameti olarak bir beyazlık gelip fakat hâlinden renk vermek istemeyerek:
“Kim söyledi?”
“İşte senin Selim!”
“Halt etmiş. Kimden işitmiş?”
“Şimdi buraya bir adam gelmiş de o söylemiş.”
“Gördünüz mü bir kere ettiğiniz işi. İşte böyle Selim gibi eşeklerin sözüne ehemmiyet verirsiniz de…”
“Niçin ya Nergis bulunmadı mı?”
“Canım! Şimdi buraya gelen adam Meddah İsmail idi. Herifin ne soytarı olduğunu bilmez misin? Eğlenmek için esir tellalıyım diyerek Tophane’ye Karabaş’a gitmiş, esirci evlerini gezmiş, türlü türlü cariyeler görmüş, bunu hikâye etti. Demek oluyor ki bizim Selim olacak eşek bu hikâyeden Nergis bulundu anlayıp size haber vermiş.”
Mesut Ağa’nın düşünceleri üzerine Osman Bey’e o kadar yeis geldi ki tarif mümkün değildir. Dizlerinin bağı çözülmüşçesine minder üzerine yığılıverdi. Sorusunu tekrar tekrar sorup da Mesut Ağa tarafından yeisten başka cevap almayınca geldiği zaman görülen şevk ve sevincin zıddı bir yeis ve sükûnetle kalkıp