Feyzi: “O hâlde tersini ispat etmelisiniz.”
Doktor Ferhat derin bir can sıkıntısı belirtileriyle ve kuvvetli bir sesle:
“Edeceğim!”
“Oh dinliyoruz. Hepimizi minnet altında bırakırsınız.”
“Fakat bugün değil… Şu saatte olamaz. Şu kolumuzun, bacağımızın incikliği geçsin. Olay yerine bir daha gideceğiz. O iskeletleri göreyim, karşımızda bir daha dirilsinler…”
“Çarpılmaktan korkmuyor musunuz? Bu defa hafif inciklerle kazayı atlattınız. Belki ikinci seferde büyük bir felakete uğrarsınız.”
“Bizi onlar çarpmadı. Kemik parçaları insan çarpamaz. Biz kendi ahmakça telaşımızdan ayıldık, bayıldık. Yerlere kapandık. Mezar taşlarına çarptık. Kaçarken bisikletten kaldırımlara yuvarlandık. Öyle tabiatüstü bir manzara ile karşılaşınca aklımızı, soğukkanlılığımızı kaybettik.”
“Siz kaçarken onlar arkanızdan koştular mı?”
“Hayır… Nereden göründülerse hep o noktada kaldılar. Onların ancak mezar seddinin arkasından sırıtabilen birer kukla olduklarını işte bundan anlıyorum. Fakat hareket ipleri kimin, kimlerin elindedir? İşte bu gerçeğe ermek için her şeyi göze aldıracağım.”
Tayfur: “Ölü, diri her kim iseler bizi korkutanlardan mutlaka intikam alacağız. Böyle aslı esası olmayan garipliklerden ürkerek kaçtığımıza hem şaşıyorum hem de pişmanlık duyuyorum. Biz boş inançların, sakat fikirlerin düşmanıyız. Çocukların, budalaların titreştikleri şeylerden biz de yürek çarpıntılarına uğrayalım; vallahi düşündükçe kendi kendimden utanıyorum! Cadı, hortlak, karakoncolos, çarşamba karısı ve daha böyle miniminilerden ak saçlılarına kadar bilgisiz kimseleri titreten türlü türlü adlar var. Bu hayalleri bugünkü fennin kuvvetli ışıkları tanıtmadı. Hele vilayetlerde, kasabalarda, köylerde mezarlık üzerine uydurulmuş ispatlı şahitli ne hikâyeler söyleniyor. Rumeli’den Romanya’ya, Macaristan’a, Lehistan’a, Rusya’ya, Almanya’nın doğusuna doğru uzanmış ve yüzyıllardan beri zihinleri altüst eden, bilginleri, bilgisizleri uğraştıran, ne varlığına ne de yokluğuna karar verilebilen bir vampir meselesi vardır. Vampiri görenler, ona ısırılanlar dopdolu… Hiçbir kasabalı göremezsin ki, atalarından biri böyle bir kazaya uğramamış olsun. Vampirler gece mezarlarından çıkarlar, yakalayabildikleri dirilerin boyunlarından ve karınlarından kanlarını emerlermiş. Birkaç yüzyıl önce Fransız papazları vampir olayları üzerine Sorbon’un onayladığı eserler yayımlamışlardır. Bu sayfalarda en inançsızların bile tüylerini ürpertecek neler vardır neler… Hayat faturasından bilimsel hayatta bir yeri olmayan bu yaratıklar kan emdikten sonra mezarlarına döner yatarlarmış. Asıl tuhafı bu emme, emilme işinin fizyolojik etkisindedir. Kan emen bu ölüler semirirler, yağlanırlar, kuvvetlenirlermiş. Emilen diriler ise günden güne sararıp solarak nihayet mezarlığa giderlermiş.
Dirilerin kanına susamış bu korkunç düşmana karşı kasaba halkı savaş ilan ederek geceleri mezarlıkları bekler, vampiri yakalayınca göğsünü açıp yüreğini kopardıktan sonra cesedi özenle yakarlarmış. Çünkü iyi yanmazsa ceset yine dirilirmiş… Yaygaraları ile yüzyılları dolduran bu söylentiler hep yalan mı? Mezarlıklardan tutulup yürekleri sökülerek yakılanlar acaba hangi yaratıklardır? Herkesin adını işitip kendini görmediği bu acayip şeylerden niçin müzelerde birer örnek yok? Hortlak, vampir ne şekildedir? Üç ağızlı, iki burunlu, yüz dişli, kanatlı mıdır? Kaç ayak üzerine yürür? Canlı yaratıklar türünden hangisine mensuptur? Bir ölü hortladıktan sonra kozaya giren tırtıllar gibi mezarında nasıl şeklini değiştirir? Erkeği, dişisi olur mu? Çiftleşirler mi? Tutulup yakılmazsa sonsuzluğa kadar yaşar mı? Karıncaya, örümceğe, en ufak böceklere dair ciltler dolduran natüralistler, vakit vakit mezarlıkları, kasabaları altüst eden bu müthiş canavardan niçin birkaç satırcıkla bile söz etmiyorlar? Müspet ilim ve fenlerin bu susuşuna karşı gelme her gün yeni yeni yorumlarla yürüyor. Taze taze olaylarla yüreklerimiz titretiliyor. Bu garip inanç yalnız Doğu’da değil, dünyanın her tarafına yayılmıştır. Avrupa dillerinde revenant ve fantome, esprit, spectre ve daha böyle bir sürü kelime vardır ki, göze görülen fakat elle tutulamayan acayiplikleri ifade ederler. Fennin tetkik cımbızı ile tutulamayan, bu aslı vücudu olmadan zihinde yaratılan şeyler üzerine ciltler ciltler doldurulmuş ve belki bugün konu, aydın kimseler arasında eskisinden pek fazla hararetli bir tartışma dönemine girmiştir. Bugünkü ispritizmacılar bu hayallerin, hayaletlerin fotoğraflarını almak derecesinde iddialarında ilerleme göstermişlerdir. Karanlıkları delmeye uğraşan fennin yeni meşalelerine karşı bu karanlık şeyler bütün inatları ile belki daha yüzyıllar boyunca ve belki de sonsuzluğa kadar sebat göstereceklerdir. Çünkü medeni, vahşi memleketlerin viraneleri, yıkıntıları, kaleleri, surları, hanları, hamamları, şatoları, ormanları, dereleri, dağları, vadileri, mezarlıkları, hayat kanunları dışında yaşayan bu yaratıklarla doludur. Ve bunları bu kökleştikleri yerlerden silip süpürmek hiçbir fennin, hiçbir dehanın haddi değildir.
Küçüklüğünüzden beri dedenizden, büyükananızdan, teyzenizden, halanızdan, amcanızdan az mı cadı, peri hikâyesi dinlediniz? En güvenilir, en ciddi, ağırbaşlı, en saygıya değer kimseler bunlarla kaç defa karşı karşıya geldiklerini veyahut gizliliklerle dolu cilvelerine uğradıklarını size anlatmadılar mı? Bunların iyiliklerini görenler az, kötülüklerine uğrayanlar çoktur. Bu yaratıklarla geçinmesi zordur. Çünkü çabuk incinirler. Fakat neden bilmem yine de insanların bulundukları yere sokulurlar. Bazı medeni milletler gibi beğendikleri evleri parasız işgal ederler. Artık o evin cephesine ‘Tekin değildir!’ levhası asılır. Gidip de onlarla bir arada oturmak artık kimin haddine?.. Geceleri evde gürültüler patırtılar olur. Boş odalarda koşuşurlar. Taşlıkta, mutfakta, kuyu başında tıkır tıkır nalınlarla gezinirler. Pat, küt, gacır gucur kapıları açarlar, kaparlar. Bazı eşyayı karmakarışık dağıtırlar. Kendilerine mahsus işaretlerle ev sahiplerinden kurban, şerbet isterler.
Bazı aşağılıkları çöplükten, pislikten hoşlanırlar. Geceleri oralara süprüntü dökmek maazallah çok tehlikelidir. Bazıları temiz ve titiz mizaçlıdır. Bulundukları yerler silinip süpürülmezse bunu kendilerine karşı saygısızlık sayar, tembelleri cezalandırmak için çarparlar. Çengele çevirirler. Daha zararlıları, daha sokulganları vardır. Bunlar evin bir köşesinde oturmakla yetinmezler. Ağrı, sızı, türlü dert hâlinde ihtiyarların vücutlarına yerleşirler. Aşk, sevda ateşi saldırışı ile gençlerin damarlarına, delilerin dimağlarına dolarlar. Bunlar için barınma kanunu, adliye, icra daireleri para etmez.
Cin biliminde uzman hüddam ehline başvurulur. Bu musallatların Müslümanları, gâvuru, Yahudi’si, Çingene’si vardır. Dinlerine ve cinslerine göre hoca, papaz, haham, falcı, sihirbaz Çingeneler çağrılır. Müslüman olanlar hep Arapça biliyor olmalılar ki, işgal ettikleri vücutlardan daima o dille çıkarılmalarına uğraşılır. Pabucu, sarığı büyük, cübbeli, sürmeli püfçüler gelir. Her cümlesi ‘uhruc’ ile başlayan uzun bir dua okur. Hoca bu cin mikroplarının hastadan intikal suretiyle kendi vücuduna üşüşmelerinden korktuğu için titrer, öfkelenir, haykırır, türlü hâller gösterir. Bu tehlikeli nefes için ücreti fazla ister. Ve görüşmek üzere onları ayrıca kendi evine çağırır. Fikirlerini anlar. Kaç yüz kuruşa yerleştikleri yeri bırakacaklarını sorar.
Bu hastalıklardaki en fena karışıklık gâvur perisinin Müslüman vücuduna girmesidir. Maazallah böyle bir afet olunca hocanın öd ağacı ile papazın günlük tütsüsü birbirine karışır. Bu iki duman arasında hasta sararır, solar. Sıfırı tüketir. Bilginlerin, okumuşların korkutucu söylentilerine bakılırsa cami, türbe, kilise, havra, tavan arasından bodruma kadar