Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
İfade
Bu romanı bana ihtar eden şey “Dick May” namında bir muharririn yazmış olduğu bir fıkradır ki miladi ocak ayının yedinci günü neşrolunan Levant Herald gazetesinde okumuşumdur. Fıkrayı aynen tercüme ediyorum yahut onu örnek alıp kopya ediyorum zannetmeyiniz. Yalnız ondan aldığım fikir üzerine şu romanı yazdım. Aslını hiç ihbar etmemiş olsaydım, hiçbir kimse bunun bir yerden ilham alınarak yazıldığını anlayamazdı. Anlasaydı bile böyle bir iddiada bulunamazdı. Zira ben Dick May’in yazdığı fıkradan onda bir istifade etmediğim hâlde bu onda biri, kendimden beş yüz misli büyüttüm. Anladınız ya? Dick May’dan hemen hiçbir şey kalmadı. Fakat bunca senelerden beri gerekli gördüğüm bu güzel âdetimi bu eserde dahi bozmamak için keyfiyeti bu kadarcık ihtara mecbur oldum. “Natüralist” romanlar makbul! Değil mi? Makbul olursa, bari tabii romanların işte bu türlüsü makbul olsun. Dick May’dan aldığım esasın metaneti sayesinde şu eserciği bir “nefis eser” diye takdime kadar cüret edebilirim. Vaka Paris’te geçiyor; amma sanki Paris bize meçhul müdür ki incelikleri anlaşılamasın? İstanbul’dan bile daha maruf değil midir? Vaka gayet tabii, gayet büyük ve güzel olduktan fazla bir de her gün Avrupa aydınlarını düşündüren ve hatta bizde bile pek çok ileri görüşlüleri daha vukusundan, husulünden evvel yıldıran ve mühim olan bir sosyal meseleyi kesin hallediyor. O mühim mesele dahi “terbiye-i nisvân”1 meselesidir. İşin alt tarafını ise romanda görürsünüz!
1
Mansardda
Malumunuzdur ki mansard (mansarde) diye evlerin tavan arası katına derler. Çatıların biraz yüksek olan ortalık yerindeki aralığı boş bırakmamak için oraya da birkaç oda yapıp fukaradan olanlara kiraya verirler. Zaten hâli vakti yolunda olanların orada ne işi var? Avrupa’da evlerin en muteber katları birinci katlarıdır ki inip çıkmaları da kolay olur. İkinci, üçüncü ve ilanihaye yukarı katlara doğru yükseldikçe odaların kiraları alçalır. Kiraların en aşağısı da odaların en yükseği olan mansardlara mahsustur. Zira bunların tavanları gayet alçak, pencereleri bu namdan ziyade “delik” ismine şayan şeylerdir.
Kat kat odalarının kiralarından bahsettiğimiz şu hanelerin her odası, her dairesi bir başka kiracıya icar olunan umumi meskenlerden olduğunu okuyucularımız elbette anlamışlardır. Zira Avrupa’da Bir Cevelan’ımda bunlara dair kendilerine genişçe malumat vermiş olduğumdan burada tafsilatın o derecesine ihtiyaç göremem. Binaenaleyh hemen haber vereyim ki şu kısmın başında okuyucularımın dikkatli nazarını çektiğim mansard, Paris’te Bastil Meydanı civarında bulunan bir evin çatı katıdır. Döşemesinden dayamasından bahse hacet göremem. Vehbi merhum:
Hane-i dervîş fakirin evi
Eski hasir anda kühen bûriyâ 2
Demiş olduktan sonra bir fakirhanenin sergisini ve eşyasını tasvir yolunda uzun kelam etmek gereksiz görülür.
Nazarıdikkatinizi davet eylediğim çatı katında iki kadın göreceksiniz. Birisi ihtiyarca, diğeri ise pek genç. Genç olanı on yedi, on sekiz yaşlarında. Fakat genç olanını kısaca şöyle tarif edebiliriz: Yüz rengi çok beyaz değil. Lepiska giysileri de öyle kızlara yakışan ve altın sarısı renginde değil. Mavi gözleri de yine tam olarak bu renk ile kıyaslanamaz. Dudakları ise genç kızlarınkine hiç benzemez. Tebessümü de bahar gibi gönüllere pek ferahlık vermez.
Çirkin bir şey mi?
Hayır! Asla! Çirkin değil. Aç! Eğer karnı doysa kanına bir bolluk gelse bu basmakalıp vasıfların tamamına musaddak olacak. Fakat açlıktan bitkin düşmüş. Yüz solgun, gözler fersiz, dudaklar renksiz. Şairlerimizin yalnız bir tabirine uyan tek bir yeri var ki o da belidir. Âdeta kıl gibi ince! Gerçekten kıl gibi! Vücutta bir dirhem et olmaz ve mide dahi bomboş olduğunda bel kıl kadar kalmaz da ne olur?
Bu kızın ismi Matmazel Julie Depres’tir.
İhtiyarca kadını ise hiç sormayınız. O da Julie kadar kansız, Julie kadar cansız. Fazla olarak da ihtiyar. Yüzü buruşmuş, ama bu hâli büsbütün ihtiyarlıktan sanmayınız. Evvelce semizmiş de sonradan zayıfladığı için önceden vücuduna korse gibi sımsıkı gelen derisi şimdi bollanmış. İşte bollanan bu deri potluk nevinden bir buruşukluk hasıl etmiş.
Evet! Sonradan zayıflığa düçar olmuş. Aman ya Rab, ne zayıflık! Avurtları o kadar çökmüş ki sanki açlıktan avurtlarını yemeye yutmaya davranmış. Sarı saçları, mavi gözleri yüzünün şekli filanı Jolie’yle aynı. Çünkü onun validesi Madam Depres. Fakat Julie on yedi on sekiz yaşında olduğu hâlde güzel, cazibeli filan denilen şeylere bedel miskinliğinden dolayı insanlarda bir nefret uyandırdığından, otuz sekiz otuz dokuz yaşında olan validesinden ne beklersiniz?
“Anne! Bugün de maltız yanmadı ha?”3
“Onu bilemem! Yalnız onu değil. Civardaki ekmekçi kadının kızı iki büyük ekmek getirdi. Baban karıyı nasıl ikna edebildi de karı bunları gönderdi, onu da bilemem.”
“Hep kuru ekmek, hep kuru ekmek!”
“Ne şikâyet ediyorsun? Katık da istersen ekmek dilimlerinin üzerine biraz Racine’nin beyitlerini, Bossuet’in nesirlerini oku!”
“Yine mi tahsilimi başıma kakacaksın?”
“Hayır! Doğruyu söylemeye dair yasak bir kanun mu neşredildi? Kızları bu kadar okutmak neye yarayacak diye babanla kavgalar ettiğim zaman o bana gülüyordu. Sen ise kızıyordun. Şu hâlimize sebep ancak senin tahsilindir. Dişimizden tırnağımızdan arttırdığımızı sana harçlık ettik. Kitap dedin, aldık. Defter dedin, aldık. Kalem, mürekkep, kurşun kalemi, boya, lastik filan falan dedin, hep aldık. Gözlerin mi zayıf oldu, süs müydü neydi? Neyse, gözlük dedin, aldık. Lambayla çalışamaz oldun, mum yaktık. Mektepteki başka kızlardan aşağı kalmasın diye elbisene ihtimam ettik. Hasılı kımıldandıkça masrafa girdik.”
“Siz vazifenizi güzelce yerine getirdiniz. Teşekkür ederim. Ben de vazifemi güzelce yerine getirdim. Binaenaleyh bu serzenişlere değil; aferinlerinize