Ve birdenbire kendimi içinde hapsedilmiş gibi hissettiğim bu sokak da böyleydi. Kılıçlarını eğri büğrü kaldırım taşlarında takırdatarak sürükleyen birkaç süvarinin peşine takılmıştım öylesine. Bir bardan kadınlar seslendi onlara, güldüler ve kaba şakalar yaptılar; birisi cama vurdu, sonra bir yerlerden bir ses küfür etti, adamlar yola devam ettiler, gülüşmeler uzakta kaldı ve sonra duyulmaz oldu. Sokak yine sessizleşti, birkaç pencere mat ve puslu ay ışığında biraz parlıyordu.
Durdum ve bana biraz garip gelen bu sessizliği içime çektim, zira arkasında gizemli, şehvetli ve tehlikeli bir şey vınlıyor gibiydi. Belirgin bir biçimde bu sessizliğin bir yalan olduğunu ve bu sokağın bulanık pususunda dünyanın kokuşmuşluğundan bir şeylerin parıldadığını hissediyordum. Durdum, bekledim ve boşluğu dinledim. Artık şehri hissetmiyordum ve sokağı da ne onun ismini ne de kendiminkini biliyordum, sadece burada yabancı olduğumu, bilinmeyen bir yerde harika bir biçimde serbest olduğumu, içimde hiçbir amaç, hiçbir mesaj, hiçbir ilişki olmadığını ve buna rağmen çevremdeki bu karanlık hayatı kendi derimin altındaki kanı hissettiğim gibi yoğun hissediyordum.
Hissettiğim şey hiçbir şeyin benim için olmadığı ama yine de her şeyin benim olduğuydu, yaşadığım ilgisizliğe rağmen çok derin ve çok gerçek şeyler tadıyor olmak müthiş mutluluk veren, iç dünyamın canlı kaynağını oluşturan bir duyguydu ve yabancı yerlerde zevk gibi üstüme çökerdi. Birdenbire, bu boş sokakta öyle etrafı dinleyerek dururken, aynı zamanda da olması gereken herhangi bir şeyi, beni bir uyurgezer gibi boşluğu dinlemekten çıkaracak bir şeyi merakla beklerken, uzaktan ya da bir duvarın arkasından bir yerlerden gelen çok boğuk Almanca bir şarkı söylendiğini duydum. “Freischütz”ün1 o çok basit dizeleriydi: “Schöner, grüner Jungfernkranz”2 Bir kadın sesi söylüyordu, çok kötüydü ama ne de olsa bir Alman şarkısıydı, dünyanın bu yabancı köşesinde Almanca okunduğu için bir bakıma dostça sayılırdı. Şarkı herhangi bir yerde söyleniyordu ama haftalardan beri ilk vatan sözleri olduğu için bir selam gibi hissetmiştim. Burada kim benim lisanımı konuşuyor diye sordum kendime, bu bakımsız ve karışık sokakta kimin içindeki bir hatıra bu basit şarkıyı kalbine hatırlatıyor?
Sesi takip etmeye başladım, kapalı panjurlarıyla yarı uyur gibi duran ama panjurların arkasındaki hayatı ışığın belli ettiği ya da bazen bir elin sallandığı bir ev, bir ev daha ilerledim. Binaların duvarlarında parlak yazılar, bağıran afişler yapıştırılmıştı; aralara saklanmış bir bar viski, bira ve çeşitlerini vadediyordu ama her yer kapalıydı, insanları hem geri çeviriyor hem de davet ediyordu. Ve bu arada -uzaktan birkaç adım sesi duyulurken- nakaratı şimdi tekrar tekrar ve daha tiz bir sesle söyleyen ve gittikçe yakınlaştığım o ses geliyordu ve evi buldum.
Bir an için tereddüt ettim, sonra beyaz tüllerle sıkıca örtülmüş iç kapıya gittim. Ama kararlı bir şekilde kapıya eğildiğim anda koridorun loşluğunda bir şey canlandı, galiba cama iyice yapışmış orayı gözleyen birisiydi, korkuyla irkildi, yüzüne yukarıda asılı olan fenerin kırmızı ışığı vursa da korkudan rengi solmuş, gözleri kocaman açılmış bir adam bana bakıyordu, özür gibi bir şeyler mırıldandı ve sonra sokağın alaca karanlığında gözden kayboldu. Garip bir selamdı bu. Adamın arkasından baktım. Sokaktaki kaybolan gölgesinde ona ait bir şey daha kıpırdar gibi oldu ama belirsizdi. İçeriden o ses hâlâ ve bana daha da tizleşmiş gibi geliyordu. Bu beni cezbetti. Kapıyı açtım ve hızla içeri girdim. Şarkının son sözü bıçakla kesilmiş gibi bitti. Ve korkuyla karşımda bir boşluk hissettim, suskun bir düşmanlık, sanki bir şeyi parçalamıştım. Yavaş yavaş gözüm neredeyse boş gibi olan odaya alıştı, bir dolap ve bir tezgâh vardı, belli ki arkadaki kapıları yarı aralanmış, loş ışıkları ve hazır yataklarıyla esas amacı hemen belli eden diğer odaların girişiydi burası. Masanın ön tarafında bir kız dirseklerini dayamış, masaya yaslanıyordu, makyajlı ve yorgun, tezgâhın arkasında iri yarı ve soluk gri tenli meyhaneci kadın, yanında çirkin sayılmayacak başka bir kız ile duruyordu. Selamım sert bir şekilde odaya düştü, epey sonra bıkkın bir yankı gibi cevap geldi. Böyle boşluğa, böyle gergin ve can sıkıcı bir suskunluğa girmekten rahatsızlık duydum ve hemen oradan çıkıp gitmek isterdim ama sıkılmama bir bahane bulamadım ve çaresiz öndeki masaya oturdum. O sırada görevini hatırlayan kız ne içmek istediğimi sordu ve kaba Fransızcasından Alman olduğunu hemen anladım.
Bir bira ısmarladım, gitti ve göz kapaklarının altından sönen ışıklar gibi bakan yavan gözlerinden daha da ilgisiz o miskin yürüyüşüyle geri geldi. O tür yerlerde âdet olduğu gibi benim kadehimin yanına mekanik bir hareketle kendisi için de bir tane koydu. Kadehini bana kaldırırken boş bakışları yanımdan geçip gitti; böylece ben de onu inceleyebildim. Yüzü hâlâ güzeldi aslında ve hatları düzgündü ama sanki içten gelen bir yorgunlukla maske gibi olmuş ve basitleşmişti; her şey sarkmış, göz kapakları ağırlaşmış, saçları incelmişti; yanakları kötü boyalardan lekelenmiş, makyajı bozulmaya başlamış ve dudaklarına kadar uzanan derin bir kırışıklık oluşturmuştu. Elbisesini de öylesine giymişti, sesi de bitkindi, sigara ve bira yüzünden boğuklaşmıştı. Geneline baktığımda yorgun olan ve sadece alışkanlıktan ve duygusuzca yaşamaya devam eden bir insan olduğunu algılıyordum. Çekinerek ve korkarak bir soru sordum. Bana bakmadan, dudaklarını neredeyse hiç oynatmadan, ilgisiz ve donuk bir ifadeyle cevap verdi. İstenmediğimi hissettim. Arkamdaki meyhaneci kadın esnedi; diğer kız bir köşede oturmuş bize bakıyor ve sanki onu çağırmamı bekliyordu. Aslında gitmek istiyordum ama her yerim ağırlaşmış gibiydi; bu yoğun, için için yanıyormuş gibi olan havada, tayfalar gibi sendeliyordum, merakın ve korkunun esiri olmuş gibiydim; zira bu kayıtsızlık bir biçimde çekiciydi.
Sonra yanımda atılan tiz bir kahkaha beni korkutarak sıçrattı. Aynı anda da titreyen alev ve hava akımı yüzünden arkamdaki kapıyı birisinin açmış olduğunu hissettim. “Sen yine mi geliyorsun?” diye sordu yanımdaki ses, Almanca tiz ve alaylı bir tonda. “Yine evin çevresinde dolanıp duruyorsun, adi herif seni! Gel içeriye, sana bir şey yapmam.”
Döndüm, önce geleni sanki bedeninden ateş çıkıyormuş gibi bağırarak selamlayan kıza baktım, sonra kapıya. Ve kapı daha tam açılmadan titreyen kişiyi tanıdım, biraz önce kapıya yapışmış gibi duran bu insanın yalvaran bakışlarını tanıdım.
Şapkasını bir dilenci gibi utangaç bir tavırla elinde tutuyor ve kadının cırtlak bir sesle ve iri bedenini sarsan kahkahasından ve ona eşlik eden arkadaki tezgâhtaki meyhaneci kadının fısıltılarından dolayı titriyordu.
“Oraya, Françoise’ın yanına otur.” diye azarladı kız, ürkek adımlarla ayağını sürüyerek yaklaşırken zavallıyı. “Görüyorsun, bir bey var.”
Almanca bağırarak söylemişti bunları adama. Hiçbir şey anlamış olmamalarına rağmen meyhaneci kadın ve diğer kız yüksek sesle güldüler ama müşteriyi önceden tanıyor gibiydiler.
“Ona şampanya ver, Françoise, pahalısından, bir şişe!” diye gülerek karşıya bağırdı kadın ve adama yine alaycı bir tavırla: “Eğer senin için pahalı ise dışarıda kal, adi cimri seni! Beni bedava seyretmek istiyorsun, biliyorum, sen her şeyi bedava istiyorsun.” dedi. Bu berbat kahkahayla uzun boylu şahıs sanki eridi, kamburu eğri bir biçimde yükseldi, yüzünü köpekler gibi saklamak istiyor gibiydi, eli şişeye uzanırken titredi