Katia, Sonia’yı yatırmaya gitti ve biz odada yalnız kaldık.
Bana babamdan bahsetti, ben vazifelerimi yaparken ve bebeklerimi giydirirken onunla beraber geçirdikleri mesut hayatı anlattı ve bu hikâyeler bana babamın ne kadar iyi ve sade bir adam olduğunu öğretti. Ben bunu asla tahmin etmemiştim. Benim ne sevdiğimi ne okuduğumu da sordu. Birçok nasihatler verdi. Şimdi benim için o yalnız neşeli bir arkadaş değil, muhabbet ve bağlılıkla dolu ağırbaşlı bir adamdı. Ona karşı elimde olmayarak hürmet ve muhabbet duyuyordum.
Bu, bende pek tatlı ve pek hoş bir duygu uyandırdı. Bununla beraber konuştuğumuz vakit bilmediğim bir sıkılma içindeydim. Kelimelerimin her biri beni tereddüde düşürüyordu; onun muhabbetine layık olmayı o kadar arzu ediyordum ki bunu bizzat kendim için değil babamın kızı olduğum için istiyordum.
Katia yanımıza döndüğü vakit misafirimize benim kayıtsızlığımdan ve üşengeçliğimden şikâyet etti. Ben şimdiye kadar buna dair bir imada bulunmamıştım.
Gülümseyerek ve başını sallayarak:
“Öyle ise bana en önemli konuyu bildirmeyi ihmal etmiş.” dedi.
“Ne diyebilirdim? Size söyleyecek bir şeyim yoktu. Yalnız canım sıkılıyor ama bu da geçecek.”
Zaten şimdiden bu can sıkıntısının hakikaten geçeceğine ve bir daha gelmemek üzere geçtiğini düşünüyordum.
“Yalnızlığa katlanamamak iyi bir şey değildir. Hâlbuki siz eğitim almış genç bir kızsınız.”
Gülümseyerek: “Zannederim.” dedim.
“Ancak siz sadece küçük bir hanım kızsınız ki söyledikçe ve takdir edildikçe hayatı çekilir buluyor, yalnız kaldığınızı görünce de cesaretinizi kaybediyor ve artık iyi bir şey yapamıyorsunuz… Siz kendinizi göstermek istiyorsunuz, başka bir şey değil.”
Bir şey söylemiş olmak için: “Hakkımda ne güzel fikirleriniz var!” dedim.
Biraz sustuktan sonra: “Evet.” dedi. “Boşuna babanıza benzemiyorsunuz. Sizde bir şey var ki…”
Dikkatli ve muhabbetli bakışı hoşuma gitti ve aynı zamanda beni garip bir tereddüt içine soktu. O kadar neşeli bir çehre üzerinde, kendisine has bir şekilde parlak bu gözlerde ilk defa mahzunluğa yakın bir karaltı fark ettim.
“Siz sıkılmamalısınız. Kitaplarınız, işleriniz var, o kadar yeteneğiniz olan musiki var. Sonunda pişman olmak istemezseniz şimdiden bütün hayatınızı hazırlamalısınız. Bir sene sonra vakit geçmiş olacaktır.”
Benimle bir baba veya amca gibi konuşuyordu ve sözlerine uygun bir tavır vermek için nefsini zorladığını hissediyordum. Beni kendi denginde görmesi biraz hoşuma gitmese de benim için bu kadar eziyetlere katlanmak zorunda olduğunu zannetmesinden hoşlanıyordum.
Akşamın kalan kısmında Katia ile işlerimiz hakkında görüştü.
Nihayet, “Şimdi Allah’a ısmarladık sevgili dostlarım.” dedi ve yerinden kalkarak geldi elimi, elleri arasına aldı.
Katia sordu: “Ne vakit tekrar görüşeceğiz?”
Elimi bırakmadan: “İlkbaharda.” diye cevap verdi. “Danilofka’da (ikinci arazimiz) ne olup bittiğini görmek için oraya gitmeliyim. Lazım olan tedbirleri aldıktan sonra Moskova’ya gideceğim. Kendi işlerim bunu gerektiriyor. Yalnız güzel mevsimde görüşebileceğiz.”
Hemen mahzun bir tavır ile dedim ki: “Neden bu kadar uzun zaman bizden uzak kalmak istiyorsunuz?”
Onu her gün görmeyi ümit ediyordum. Sıkıntımın tekrar başlayabileceği fikri beni şimdiden güçsüz bırakıyordu. Şüphesiz sesimden ve bakışımdan bunu anladı; zira bana dedi ki:
“Evet, kendinizi meşgul etmeye çalışınız, bu çocukça fikirleri aklınızdan atınız.”
Sesi bana çok sakin ve çok soğuk geldi ve bana bakmadan elimi bırakarak devam etti: “İlkbaharda sizi yakından test edeceğim.”
Yandaki ufak odaya kadar ona eşlik ettik, orada aceleyle kürkünü sırtına attı. Bakışı daima benden çekiniyor gibiydi.
Boş yere kendine zahmet veriyor, diye düşündüm. Onun bana bakmasının benim için bu kadar büyük bir saadet olduğunu nasıl anlayabilir? Saf, çok saf… İşte bu kadar!
Bununla birlikte Katia ile ben çoğu zaman uyuyamadık. Durmadan konuşuyorduk, ondan değil ama gelecek yaz nasıl yaşayacağımızdan, kışı geçireceğimiz yerden bahsediyorduk.
Artık kendi kendime bu müthiş soruyu soruyordum: “Neye yarar?” Daha şimdiden yalnız mutlu olmak için mesut bir geleceği ümit etmeyi pek sade ve tabii buldum. Prokovsk’teki eski evimiz sanki birdenbire nur ve hayat ile dolmuştu.
II
İlkbahar geldi. Sıkıntıların yerine belirsiz ümitlerden ve henüz sadece düşünceden ibaret, arzulardan yapılmış bir hüzün gelmişti. Fakat eski yaşayışımdan tamamen vazgeçmiştim: Sonia ile meşgul oluyordum, piyano çalıyor veya okuyordum. Sık sık bahçeye iniyor, saatlerce ağaçlı yollarda dolaşıyor, sonra bir peyke üzerinde oturup kalıyordum. Ne düşündüğümü, ne hayal ettiğimi, ne ümit beslediğimi Allah bilir.
Bazen mehtap olduğu vakit, geceleri sabaha kadar odamın penceresinde oturuyordum; bazen de Katia’nın duymaması için yavaşça ve sade gecelikle dışarı sıvışıyor, jalelerle dolu ıslak otlar üzerinden havuza kadar gidiyordum, hatta bir gece tarlalara kadar çıktım ve parkın etrafını dolaştım. Bugün bu hâlleri hatırlamaktan ve özellikle o zamanlar hayal gücümü besleyen bu düşünceleri anlamaktan üzüntü duyuyorum. Onları yeniden gözlerimin önüne getirebiliyorsam bunlara kendimi kaptırmış olduğuma güçlükle inanıyorum, çünkü o kadar gariptirler.
Sergey Mihaloviç, daha önce haber verdiği gibi mayısın sonunda döndü.
Bizi ilk ziyaret ettiği vakit akşamdı; artık onu beklemediğimiz bir saatti. Taraçada çay içmek üzereydik. Bahçe bütün güzelliğini yeniden bulmuştu. Ağaçlıklarda bülbüller yerleşmiş, ilkbaharı kutluyorlardı. Şurada burada leylak topları beyazımsı veya sarımsı salkımlarla donanıyor, zarif çiçeklerini açmaya hazırlanıyor ve yolun iki tarafındaki ağaçların yaprakları gurup eden güneşin ışıklarının nüfuzu ile şeffaf gibi görünüyorlardı. Taraça, serin bir gölgede kalıyor ve çimenler üzerine kuvvetli bir jale düşüyordu. Arkamızda, avluda, günün ölmek üzere olan gürültüleri ahıra giren hayvanların böğürmeleri içinde büsbütün kayboluyordu. Yarı budala, biçare Nikon elinde bir sulak, sürekli gelip geçiyor ve yeni çapalanmış topraklarda çizilmiş siyah daireler, yıldız çiçekleri fidanlarının etrafında süzgeçten düşen soğuk su altında çukurlanıyordu. Önümüzde semaver parıldıyor ve bir tepsi üzerinde süt çanağı, pasta ve gatolar arasında fıkır fıkır kaynıyordu. Katia, fincanları doldurdu.
Ben, banyonun verdiği bir iştahla bir dilim ekmek üzerine taze kaymak sürerek yiyordum. Geniş kollu bir keten gömlek giyiyordum; henüz ıslak olan saçlarımın etrafına beyaz, ipek bir mendil dolanmıştı.
Onu ilk gören Katia oldu.
Bağırarak: “Ah! Sergey Mihaloviç! Sizden konuşuyorduk.”
Kalktım ve giyinip toparlanmaya gitmek için savuşmak istedim fakat kapıdan çıktığım sırada beni yakaladı. Başımdaki mendile bakarak tebessümle:
“Köyde bu kadar gösterişe ne gerek var?” dedi. Gregor’dan sıkılmıyorsunuz; sizin için ben Gregor kadar