“Beşeriyat”a (anthropologie) göre aynı teşrihî enmuzece mensup fertler bir ırksa “içtimaiyat”a (sociologie) göre de bir medeniyete mensup milletler bir beynelmileliyettir. Türk lisanı da Türk kavmi gibi İslam medeniyetine girdikten sonra huruf ve ıstılahça İslami bir şekil aldı. O hâlde beynelmileliyet ruhunu ibda eden amil, “kitap” ve dolayısıyla “medeniyet”tir. Binaenaleyh Türklükle İslamlık, biri “milliyet” diğeri “beynelmileliyet” mahiyetlerinde oldukları için aralarında asla taarruz yoktur. Türk mütefekkirleri, Türklüğü inkâr ederek beynel’edyân bir Osmanlılık tasavvur ettikleri zaman İslamlaşmak ihtiyacını duymuyorlardı; hâlbuki Türkleşmek mefkûresi doğar doğmaz İslamlaşmak ihtiyacı da hissedilmeye başladı.
Mamafih, “milliyet”, gazeteden ve “beynelmileliyet” kitaptan tevellüt ettiği gibi asriyet (modernisme) de aletten (outil) tekevvün eder. Bir zamanın muasırları, o zamanda fen (technique) hususunda en müterakki olan milletlerin yaptıkları ve kullandıkları bütün aletleri imal ve istimal edebilenlerdir. Bugün bizim için muasırlaşmak demek, Avrupalılar gibi dritnavtlar, otomobiller, tayyareler yapıp kullanabilmek demektir; muasırlaşmak, şekilce ve maişetçe Avrupalılara benzemek değildir. Ne zaman malumat ve masnuat iktibas ve iştirası için Avrupalılara ihtiyaçtan müstağni olduğumuzu görürsek, o zaman muasırlaşmış olduğumuzu anlarız.
Türkleşmek, İslamlaşmak mefkûreleri arasında bir taarruz olmadığı gibi bunlarla muasırlaşmak ihtiyacı arasında da bir tenazu’ mevcut değildir.
Asriyet ihtiyacı bize Avrupa’dan yalnız ilmî ve amelî aletlerle fenlerin iktibasını emrediyor. Avrupa’da dinden ve milliyetten doğan, binaenaleyh bizde de bu membalardan taharrisi lazım gelen birtakım manevi ihtiyaçlarımız vardır ki aletler ve fenler gibi bunların da Garp’tan istiaresi iktiza etmez.
O hâlde her birinin nüfuz dairelerini tayin ederek bu üç gayenin üçünü de kabul etmeliyiz. Yahut daha doğrusu, bunların, bir ihtiyacın üç muhtelif noktadan görülmüş safhaları olduğunu anlayarak “muasır bir İslam Türklüğü” ibda etmeliyiz.
Mamafih, bir müddetten beri asri aletlerle fenlerin inkişafından doğan asri medeniyet, müspet ilimlere müstenit yeni bir “beynelmileliyet” husule getirmektedir. Gittikçe, dine müstenit olan beynelmileliyetler yerine ilme müstenit hakiki bir beynelmileliyet kaim olmaktadır. Bir taraftan Japonya’nın, diğer cihetten Türkiye’nin Avrupa milletleri arasına girmesi Avrupa beynelmileliyetine ileride göstereceğimiz veçhile “la-dini” bir mahiyet verdiğinden gittikçe beynelmileliyet dairesiyle “ümmet” dairesi de birbirinden ayrılmaktadır. Yani bugün Türk milleti Ural-Altay ailesine, İslam ümmetine, Avrupa beynelmileliyetine mensup bir cemiyetten ibarettir.
LİSAN 2
Cismin tulü, arzı, umku olduğu gibi içtimai vicdanının da üç bu’du var: Milliyet, beynelmileliyet, asırcılık. Bu kaziyenin ne derece doğru olduğunu iptida içtimai vicdanının inikas ayinelerinden biri olan lisanda arayacağım.
Dilimiz, elli altmış seneden beri genişlemek yolunu tutmuştur. Asrın şuaları ülkemize nüfuz ettikçe gözümüz yeni masnular, zihnimiz yeni mefhumlar görmekte devam ediyor. Bunlar isimsiz kalmayacağı için her gün birçok yeni kelimeyle lisanımız zenginleşiyor. Asrın mümessili olan milletlerin gazetelerinden, kitaplarından tercümeler yapıyoruz. Bu suretle irfanımızda mevcut olmayan birçok yeni mana natıkamızdan yeni lafızların ibdasını istiyor.
Lisanımız, müterakki delillerle karşılaştıkça, âdeta kelime be kelime onların taklidini yapıyor. Bazen “hurde-bin” (microscope), “dûrbin” (telescope), “şeh-kâr” (chef d’oeuvre), “mefkûre” (ideal) kelimelerinde olduğu gibi lafzi “istinsah”lar (calque) yapıyor. Bazı kere de “tayyare” (aéroplan), “tekâmül” (evolution), “meşrutiyet” (constitution), “bediiyat” (esthétique) tabirlerinde olduğu gibi manevi istinsahlar husule getiriyor.
Lisanımızın bu fiilî temayülü bize şunu gösteriyor:
Bir zaman gelecek ki Türkçemiz, Fransız, İngiliz, Alman lisanlarındaki bütün kelimelerin mukabillerine malik olacaktır.
Lafzi kelam, nefsi kelamın ifadesi olduğuna göre, asrın mefhumlardan mürekkep manevi bir lisanı vardır ki her dil ona intibak etmek mecburiyetindedir. O hâlde Türkçe ne zaman bu ihtiyacı tatmin ederse o vakit muasırlaşmış, asriyet cihetindeki ihtisasını ikmal etmiş sayılabilir.
Lisanımıza giren yeni kelimeler üç nevidir: 1. Ecnebi kelimeler, 2. Arapça ve Acemceden ibda yahut tervic olunan kelimeler, 3. Türkçe den ibda yahut tervic olunan kelimeler.
Birinci nevi kelimeler lisanımıza kaçak suretiyle giriyor. Lisani selikamız bu kelimeleri lisandan tard ederek yerlerine “ıstılah”salar Arapça yahut Farisîden, “lûgat”seler Türkçeden mukabiller buluyor.
Istılahların mukabillerini Arabi yahut Farisiden yaparak ecnebi kelimeleri kabul etmemek hassası Türkçeye münhasır değildir. Bütün İslam lisanları bu hasisada müşterektir. Dinî tabirlerde ve dinden iştikak eden sair ilimlere mahsus ıstılahlarda esasen müttehit olan bu lisanlar, bu vahdeti yeni ıstılahlarda da muhafaza etmek mecburiyetindedir. Çünkü mesela Rusya’daki Türkler ıstılahlarını Rusçadan, Çin’deki Türkler Çinceden, biz Fransızcadan alacak olursak Türkçelerimiz birbirinden uzaklaşır. Hâlbuki Arapça ve Acemceden yahut Türkçeden alırsak bilakis yekdiğerine yakınlaşır. Hristiyan ümmetinin ıstılahları Yunanca ve Latinceden alınmıştır. İslam lisanları bu ıstılahları aynen istiare etmekle aynı zamanda kendi ümmetliğini kaybetmekten korkuyor.
Mamafih, İslam lisanları, ıstılahlarını Arabi yahut Farisiden almakla, ümmet vahdetine ait vazifelerini ifa etmiş olmaz. Bu ıstılahlar her lisanda başka cezirlerden teşkil olunursa matlup olan vahdet hasıl olmayacağı için lisanın ümmetçiliği eksik kalır. Bundan dolayıdır ki diğer İslam lisanlarının kabul etmiş olduğu yahut kabul edebileceği tabirleri arayıp bulmak suretiyle ıstılah vazetmemiz lazım gelir. Bu maksadı temin için İslam ümmetine mensup her lisanda ıstılah vaz’ıyla meşgul cemiyetler teşekkül etmeli, bu cemiyetler muayyen zamanlarda ıstılah kongreleri suretinde toplanmalıdır.
İslam lisanlarının bütün ıstılahları bu kongreler marifetiyle müttehit bir surette taayyün ettikten sonra artık lisanımıza ümmet cihetindeki ittisasını da ikmal etmiş yani İslamlaşmış nazarıyla bakabiliriz.
Lisanımız İslam ümmetinin umumi lisanı olan bir ıstılahlar kamusuna malik olduktan sonra Arabi ve Farisiden de içtinap etmek mecburiyetindedir. Çünkü Türkçeye giren Arabi, Farisi kelimeler ıstılahlara münhasır değildir. Birçok lüzumsuz Arapça, Acemce lügatler de dilimize girmiştir. Hatta bu iki lisanın Türkçeye tesiri yalnız kelimeler itasından da ibaret değildir. Arabi, Farisi terkipler, edatlar da Türkçeye dâhil olmuş, Türk sarfını bu iki lisanın sarf ve nahiv kaideleriyle bir halita hâline getirmiştir.
Lisanımızı mana itibarıyla muasırlaştırmak, ıstılah ciheyitle İslamlaştırmak lazım olduğu gibi sarf, nahiv, imla hususlarında Türkleştirmek de lâbüttür. Türkçede ıstılahların gayri bütün kelimeler mümkünse Türkçe olmalı yahut Türkçeleşmiş bulunmalı. Arapça, Acemce terkipler, cemiler, edatlar, sigalar lisanımızdan çıkarılmalı, “şuara-i cedide” diyeceğimize “yeni şairler”, “edebiyat-ı Türkiye” diyeceğimize “Türk edebiyatı”, “tabiiyet” yerine “tabiilik”, “serbestî” yerine “serbestlik”, “muciz bir muharrir” yerine “icazcı bir muharrir”, “muciz bir ifade” yerine “icazlı bir ifade” demeliyiz. Mamafih, Türkçeleştirmeyi lügatlere hasretmek de doğru