Ve sonra kaşlarını çattı, gerçekten korkunç görünen suni tavrını takındı:
“Behey gafil…” dedi. “Gece cinlerinin kafile kafile tılsımlı direği tavaf edip evlerine çekildikleri sırada senin o direk yanında işin ne? Mutlak cinlerden birinin eteğine bastın, ceremeyi çektin.”
Hacı Mehmet, alık alık sordu:
“Tılsımlı direk neresi sultanım?”
“Cahillerin Çemberlitaş dedikleri alamet!”
“O taş tılsımlı mıdır sultanım? Ben kulun duymamıştım.”
“Kim duydu ki sen duyasın. Şeyhülislam dediğiniz cahil de bu hakikatlerden bihaber. Onun için İstanbul’da çarpılan çarpılana. Fakat bu gafletin zahmetini biz çekiyoruz, iyi saatte olsunlara her gün yüzsuyu döküyoruz, çarpılanları iyileştirmeye savaşıyoruz. Şimdi de senin için yalvaracağız. Bakalım dinletebilecek miyiz?”
Hacı Mehmet, telaşla, heyecanla Molla Hüseyin’in elini bırakıp ayağını öperken o, dalgınlaştı, uzun uzun düşündü, sonra gözlerini alık hamalın yüzüne dikti:
“İbni Vuhşiyye, cinlerin eline geçen paralar için bir şey yapılamayacağını söyler. Kitabı Taymavüs dahi ‘Elhazer, bu işlere karışmayın!’ der. Yalnız Kitabül’ama, iyi saatte olsunları memnun edebilmek şartıyla ricada, iltimasta bulunmak caiz olduğunu tasrih etmiştir. Kitabül Cümhüre’nin ne dediğini şimdi hatırlamıyorum. O da cevaz veriyorsa senin paranı bulmayı üzerime alırım.”
Hacı Mehmet, bu karışık sözlerden bir şey anlamamakla beraber Cinci Hoca’nın işe müdahale için tereddüt gösterdiğini sezdiğinden ağlamaya koyuldu.
“Ocağına düştüm!” dedi. “Beni boş döndürme!”
Molla Hüseyin, avaz avaz haykırdı:
“Bre gafil, bre cahil, ecinniyle görüşmek, sarayda odun taşımaya mı benzer? Kitapta yeri olmayan işler için onlara söz mü söylenir? Sıpasını kaybetmiş eşekler gibi zırlayıp da canımı sıkma! Bırak, Kitabül Cümhüre’ye bakayım, belki ruhsat kaydı bulunur da işin görülür.”41
Raftan -mahiyeti belki kendisince de meçhul- kalın ve tozlu bir kitap alarak uzun uzun sayfalarını karıştırdı, okur gibi davranıp ötesini berisini gözden geçirdi, sonra bir nokta üzerine parmağını koydu.
“Eh…” dedi. “Gözün aydın, İmam-ı Rabbani Hazretleri cevaz veriyor. Cinlerin gafillerden aldıkları cereme için de şefaat caiz. Haydi, çekil bir yana, rahat et. Ben iyi saatte olsunlarla görüşeyim.”
Şimdi gözlerini -değme ödlerin ürkünçlüğüne dayanması mümkün olmayacak biçimde- iri iri açıyor, yanına yönüne tutam tutam tarçın, karabiber, bakla, nohut ve pirinç saçıyor, bazen yere kapanıp homurdanıyor, bazen yalvarır gibi görünüp kollarını ileri uzatıyor ve bu çeşitli hareket sırasında derece derece heybet alarak Hacı Mehmet’le arkadaşını için için titretiyordu.
Çok ciddi ve çok heyecanlıydı. Bakışları, sağa sola dönüşleri, ileri atılışları, homurdanışları suni olmaktan çok uzaktı. Kendisini bu vaziyette görenler kaba bir düzen karşısında bulunduklarını zannetmekte âdeta haklı çıkacaklardı. O kadar samimi ve o kadar tabii hareket ediyordu.
Nihayet gülümser gibi oldu, çatık kaşları biraz açıldı, diken diken görünen sakalı yumuşadı ve cinci herif, birden kapıya doğru koştu, kandilli üç beş temenna çaktı, cübbesinin önünü kavuşturdu.
“Buyurun Nurülkamer Hazretleri.” dedi. “Buyurun sultanım. Duacınızı çok üzdünüz, ter içinde bıraktınız. Teşrife rağbet buyurmayacaksınız diye heyecan içindeydim. Siz sultanımı çağırdıkça karşıma Zenebüddeccac42 çıkıyor, kuyruğunu burnuma doğru sallayıp benimle eğleniyordu. Sultanımın teşrifini sezince habis kaçtı.”
Bunları söylerken mertebesi yüksek bir adamla karşılaşmış gibi bir vaziyet alıyordu. Yan yana yürüyerek o mevhum misafire yol gösteriyordu. Hacı Mehmet’le kılavuzunu enikonu ağırlık basmıştı, garabetini hissetmeyip mehabetine kapıldıkları manzaranın sıkleti altında bunalıyorlardı. Lakin işin sonunu almak kaygısı kendilerine yürek pekliği verdiğinden gözlerini açık tutmaya savaşıyorlar ve safha safha bu acip sahneyi takip ediyorlardı.
Cinci Hoca, gölgesi bile sezilmeyen misafirini, evvelce kendinin işgal etmekte bulunduğu posta oturttu, koynundan bir zerre öd ağacı çıkarıp mangala attı, muhterem konuğun şerefine hücreyi hafifçe kokulattı ve kollarını kavuşturarak postun karşısında divan durdu.
Vaziyeti köleceydi, lakin heybeti yine yerindeydi. O lüle lüle saçlar, o gür sakal, o iri ve ateşli gözler, o kalın omuz, o kuvvetli beden, kendini seyredenleri -hele öd ağacı kokusuna bulanmış, ötesine berisine biberler, tarçınlar, nohutlar saçılmış, ışığı tek ve bulanık pencereden geldiği için yarı karanlığa bürünmüş olan bu odada- garip bir haşyet içinde bırakıyordu.
Cinci’nin Nurülkamer dediği konuk galiba naz sever bir mahlukmuş ki üç beş dakika konuşmadı, Molla Hüseyin’i bütün mehabetine rağmen ayakta tuttu. Bu sessizliğin de oyunu süsleyen unsurlar cümlesinden olduğunu bilmeyen Hacı Mehmet’le kılavuzu, küçük dillerini yutmak derecelerinde korkulu bir telaş geçirirlerken Cinci’nin ağzı birden açıldı.
“Evet, sultanım!” dedi. “Sizden büyük bir niyazım var.”
Demek Nurülkamer lütfen konuşmuştu. Fakat yüzü nasıl görünmüyorsa sesi de duyulmuyordu. Yalnız Cinci’nin sözlerinden onun ne dediği biraz anlaşıldığından Hacı Mehmet bütün idrakini şaha kaldırarak muhavereyi dinlemeye koyulmuştu.
Molla Hüseyin, dinliyor gibi davranıyor ve temenna çakıp şu cevabı veriyordu:
“Hacı Mehmet, gafilin biridir, cahildir, kusuruna kalmayın.”
“…”
“Hayhay sultanım, ne emrederseniz yapar.”
“…”
“Başüstüne sultanım. Kumkapı’daki çöplüğe yedi çeşmeden birer maşrapa su alıp yedi gün alaca karanlıkta döksün.”
“…”
“Eşleri ölmüş iki siyah güvercin bulup bir kafese koysun, dişisini yumurtlatsın.”
“…”
“Ayasofya Hamamı’ndaki göbek taşında yedi çarşamba gün doğmadan üçer dakika göbek atsın.”
Ve yere diz çöküp kollarını boş posta uzatıp yalvardı:
“Fakat siz de kerem buyurun, derdimendin parasını geri verin.”
Hacı Mehmet’in yorgun gözlerinde iki yüz yıldız doğup söndü, altınlarının ışığı yüreğine yayıldı, kulakları dikildi. Olanca idrakiyle Nurülkamer Hazretleri’nin cevabını dinlemeye hazırlanmıştı.
Bu cevap yine Cinci Hoca’nın sözlerinden anlaşıldı. Düzenci molla, eğilip kalkarak ve boyuna temenna çakarak muhterem cinin emirlerini dinliyordu. Birtakım yalvarışlarla da o emirlerin müspet bir netice vadetmesini temine çalışıyordu. Nihayet oyundan kendisi de yoruldu, boş postu bir daha selamlayarak yüzünü Hacı Mehmet’e çevirdi.
“Senin paraların…” dedi. “Kırmızı atlastan bir kese içindeymiş. Nurülkamer Hazretleri iki yüz altın için benim hatırımı kırmak istemediler, keseni ve bakır mührünü geri vermeyi vadettiler.