İşte bu suretle Yamalı Musa hakikaten Karun’un malına yakın bir servete sahip olduğu hâlde dahi gözü bir türlü doymuyordu. Dünyada bir bahtiyarlık var ise o da İstanbullu olmaktan ve devlet ricaline mensup bulunmaktan ibaret olduğunu zihnine koymuştu. “Ah! İstanbullu bulunsaydım da bir eyalet valisi değilse bile hiç olmazsa bir sancak mutasarrıfı olsaydım bak o vakit paranın belini nasıl kırardım!” diye her zaman yakınmalarda bulunurdu.
Böyle bir babanın oğlu olan Osman Kâmil, pederinden bu yoldaki sözleri hemen beşikte işittiği ninniler arasında duyup bellemeye başlamıştı. Hitap ve cevaba kudret kazandıktan sonra ise “Ben paşa olacağım.” sözünü âdeta hiç dilinden düşürmemişti. Çocuk, köyde köy imamı vasıtasıyla okumaya başlamıştı. Fakat bu gidişle imam derecesinde âlim olsa bile bununla bir büyük memur olmanın mümkün olamayacağını Yamalı Musa öğrenmekle, çocuğu Bursa’ya gönderip ortaokula yazdırmıştı. Çocuğa bakmak üzere validesini de Bursa’da özel olarak hazırlattığı bir haneye göndermiş ve o suretle artan masraftan mümkün mertebe istifade yolunu temin için de köyde sakin kalan hanesine ikinci bir hanım getirip onunla da ikinci evliliğini yapmıştı.
Gerçi Osman Kâmil’in validesi şu hâlden asla memnun olamamışsa da Yamalı Musa öyle bir kadının memnuniyetine, memnuniyetsizliğine kulak verecek takımdan olmadığı gibi kadıncağız bol bol kızmaktan, yakınmaktan başka kendisine teselli verecek bir şey bulamamıştır.
Osman Kâmil, Bursa’ya geldiği zaman altı yaşında ancak vardı. Beş sene Bursa’da kaldı. Bu zaman zarfında tahsilini epeyce ileriye götürdüyse de bu konudaki aferin ne Osman’a ve ne de ortaokula verilmedi. Zira bunu hak eden validesiydi. Çünkü kadıncağız yılda birkaç kerecik Bursa’ya gelip kendisini gören bir zevce ile hayalini meşgul etmediğinden bütün kuvvetini oğlunun terbiyesine vermişti. Ortaokuldan başka Vali Paşa’nın divan efendisi vasıtasıyla dışarıda da yazı öğrenmeye ve Fransızcanın başlangıcı gibi dersler alarak çocuğunu Bursa için mümkün olabilen derecenin biraz da fevkinde terbiyeye muvaffak olmuştu.
Çocuk on beş yaşındayken Bursa Ortaokulundan birincilik diplomasıyla mezun oldu. Bazı dostlar Osman Kâmil’in liseye verilmesi nasihatinde bulundular. Validesi de askerî terbiyenin kıymetini takdire muktedir akıllı bir kadın olduğu hâlde, pederinin arzusu çocuğu asker yapmak değil; mülkiye1 yolunda büyütmekti. Validesi çocuğunun bu mektebe verilmesini Yamalı Musa’ya hatırlatınca Musa Ağa, Mekteb-i Sultanide2 neler okunduğunu ve ne ücretle çocuğa bakıldığını araştırmaya başladı.
Hesap, matematik, fizik ve kimya gibi şeylerin ne olacaklarına bir türlü akıl erdiremiyordu. Hele Fransızca lisanı ağanın tümüyle suratını ekşittiyse de sonra bu mektepten çıkanlardan başka kimsenin büyük adam olamayacağını ve hele siyaset, politika memurlarının bile bu mektepten çıkabileceklerini duyunca, biricik oğlunu Mekteb-i Sultaniye vermek mecburiyetine katlandı.
Çocuk, Mekteb-i Sultaniye verilinceye kadar aradan iki sene daha zaman geçmişti. Validesiyle beraber on üç yaşındayken İstanbul’a gelmişse de varışları kasım ayına denk gelmişti. Dolayısıyla kendilerini toplayıncaya kadar bir iki ay daha zaman geçtiğinden ve yaz tatilini müteakip mektebe kaydolunacak çocuklar yazılıp sınıflar da derse başlamış olduğundan çocuk o sene de Mekteb-i Sultaniye girememişti.
Ya bir sene daha çocuk boşta mı kalsın? Hiç Bursa Ortaokulundan iyi bir diplomayla çıktıktan sonra validesi kendisini iki sene boş mu bırakmıştı ki bir sene daha boşta kalsın?
Bursa’da çocuğu bir yandan medreseye gönderdi ve bir yandan da Arapça ve Farsçasını ilerletmesi için gayret sarf etti. Yazı yazmayı da gereği gibi öğretti. Çocuğun İstanbul’daki zamanının da boş geçmemesi için tahsil ve terbiyesine de hep bu yolda gayret gösterdi. Osman Kâmil ismi de bazı sebeplerle sonradan Senai oldu. Senai, sonunda Mekteb-i Sultaniye de yazdırıldı.
Senai’nin daha çocuklukta sürekli tekrar ettiği ve hiç dilinden düşürmediği, “Ben paşa olacağım.” sözü pek çok zamanlar da dilinden düşmedi. İşte ezcümle Şinasi ile olan sohbetinde dahi yine bu hüküm üzerine bahsi yürüttü. Şu kadar var ki, “Ben paşa olacağım.” sözünün çok da mümkün olamayacağını öğrenince, bu defa da yalnız şehirlerde alınacak terbiyeyle varılacak mertebelerin en yükseğine varmayı maksat edindi.
Şinasi’nin babasının şehirli olduğunu biliyoruz. Şimdi öğrenelim ki çok da zengin birisi değildir. Bu adamın ismi Semih Efendi’dir. Asıl ilmiye sınıfından yetişmiş ve sonradan da mülkiyeye geçmiştir. Bilgi olarak akranlarından daha ileri seviyedeydi. Epeyce büyük memuriyetlerde bulunmuşsa da her memuriyetin maaşı ona göre masraflarını da arttırmıştır. Semih Efendi, bu isminden ziyade “Afif”3 ismine layık birisi olarak temiz, güzel, nezih, iffetli ve namuslu davranarak zengin olmaya hiç çalışmamıştır.
Semih Efendi’nin ilim irfanca akranlarına üstün olduğu gibi zekâsının kuvveti yüz binde bir adama nasip olamayacak mertebedeydi. Dünyanın gidişatı ve yaşantısı hakkında isabetli görüşleri vardı. Bu derin bilgi ve hikmetiyle derdi ki: “Memur olan adam maaşı karşılığında bütün ömrünü, devletine milletine satmıştır. Bu adam memuriyet işlerinden, devlet ve milletinin hizmetinden başka hiçbir şeye zihin ve zamanını sarf etmemelidir. Sarf ederse bunu da bir hırsızlık saymalıdır.”
Gerçi şu sözleri söylediği vakit Semih Efendi artık yaşlanmıştı ve emekli olmayı düşünüyordu. Artık evladının da belli bir yaşa geldiği için kendi geçimini sağlayabileceğini düşünüyordu. Adamcağız, sanat ve ticaret yollarının memuriyet yoluna tercih edilebileceğini de savunuyordu. “Bir sanat veya ticarette sebat ve gayret sonucunda milyonlar kazanmak mümkündür. Memuriyetteyse iffet, sadakat ve istikamet feda edilmedikten sonra böyle bir servet kazanmak mümkün olamaz.” derdi. Ne çare ki on yaşına kadar sanat ve ticarete dair her şeyin cahili olan adamcağızın bir de o tarafa kayması mümkün olamadığından oğlu Şinasi’ye: “Ben bu dünyada bahtiyar olamadım. Bari sen bahtiyar ol.” diye bütün bu düşüncelerini ona aktarırdı.
İşte Şinasi’nin de köylülük âlemi hakkında peyda etmiş olduğu fikir ve düşünceleri bu suretle olgunlaşmıştı.
Şinasi’nin ilk tahsiline dair tafsilat vermeye muhtaç ve mecbur değiliz. Semih Efendi gibi bir adamın oğlu, bu ilk bilgilere ihtiyaç mı duyar ki, biz de bunlar hakkında bilgi vermeye ayrıca mecburiyet duyalım. Dolayısıyla çocuğun talim ve terbiyesine dair tafsilat vereceğimize şunu arz edelim ki:
Bir gün Semih Efendi birkaç ahbabıyla dünya işlerine dair konuşuyorlardı. Memuriyet, sanat ve ticaret hakkında şimdiye kadar bize malum olmuş bulunan fikirlerini dostlarına anlatıyordu. İçlerinden birisi, “A sultanım! Oğlunuzu sanatkâr veyahut tüccar yapacaksınız. Şöyle pek de zengin bulunmadığınız hâlde senede üç beş kuruş masrafa tahammül ederek Galatasaray’a yazdıracağınıza bir sanata çırak verseniz konuştuklarınız ile yaptıklarınız daha münasip düşmez miydi?” deyince koca hâkim gayet latif bir tebessüm eyledi ve dedi ki:
“Efendim! Ben oğlum sanatkâr olsun diyorsam yorgancı veyahut yemenici çırağı olsun demiyorum… Ben oğlum tacir olsun diyorsam bakkal veyahut attar olsun demiyorum. İstanbul, Galata ve Beyoğlu mağazalarını gezip sanayinin terakkisine vesile olan bunca sanatlı şeyleri görmüyor musunuz? Üstatlarından gördüklerinden başka