“Acele etmeyiniz. Yarın görürsünüz!” diye haykırdı. Dışarı atıldı.
Babıali koridorları her vakitkinden daha tenha gibi duruyordu. Hariciye tarafına geçti. Orada biraz hayat vardı. Kapıların önünde kalem beyleri dolaşıyolar, “âdetleri veçhile’’ Fransızca konuşuyorlardı:
“Je ne crois pas…”1
“Cet un blague.”2
“Dis done…”3
“Eh bien, ce n’est pas possible.”4
…
Ahmet Bey birisini arıyormuş tavrını takındı. Aralarında gezindi. Hepsine kulak misafiri oldu. Konuştuklarını işitiyor ama pek iyi, yani hiç anlamıyordu. “Hürriyetin Fransızcasını hatırlamaya çalıştı. Bu kelimeyi çok işitmişti. Ama zekâsının tuhaf bir hususiyeti vardı. Çok işittiği şeyi pek çabuk unuturdu. “Leblebi” gibi bir isimdi…
“Leblebi, leblebici, labada… Hayır!”
Elleri cebinde hürriyetin Fransızcasını böyle derin derin ararken, “kahramanlık, gösteriş” damarlarının birdenbire kabardığını duydu. Kendini dinledi. Yanaklarından başlayan bir sıcaklık şakaklarına, başına çıkıyor, saçlarının arasına dağılıyor, sonra ensesinden geçerek, sanki kaynamış bir su gibi bel kemiğinin hizasından akıyor, belinden aşağısını tutuşturuyordu. Ah bir şeyler oluyordu. Sarhoş gibi gözleri dumanlanıyor, kalbi göğsünü çatlatacak gibi çarpıyor, çenesi kilitleniyordu. Evet… Şimdi, şurada, “Yaşasın hürriyet!” diye bağırırsa ismi tarihe geçecekti. Düşünüyor, tir tir titriyordu. Babıali’de ilk defa bu mukaddes kelimeyi çınlatmak!.. Birden, kendisini tutamadı. Gözleri daha ziyade dumanlandı. Âdeta karardı. Kendi iradesinin haricinde, ne olduğu bilinmez bir kuvvet içine girmiş, onu kımıldatıyordu. Ellerini kalçalarına koydu. Göğsünü şişirdi. Gözünün dumanları içinde sayısını göremediği bu müstebitler ordusuna karşı avazı çıktığı kadar bir nara attı:
“Yaşasın hürriyet!”
Bir an herkes sustu… Kalem kapılarında vücutsuz başlar göründü. Yaptığı deliliğin dehşetinden birdenbire ödü kopan Ahmet Bey narasını tekrarlayınca koridorlardan herkes kaçıştı. Bunu mabeyin tarafından kurulmuş bir tuzak sanıyorlardı. Ahmet Bey, Babıali’de ilk defa olarak bu kelimeyi haykırabildiği için ruhunda öyle bir büyüklük, öyle bir fevkaladelik duydu ki hükûmetin bütün ordusu önüne çıksa “Bir hamlede yere geçireceğim.” sandı.
Artık katiyen ne yaptığının farkında değildi!
Dâhiliye tarafına, sadarete koştu. Merdiven başlarında, meydanlarda, nazır odalarının önlerinde haykırdı:
“Yaşasın hürriyet!”
Kapıcılar onu delirmiş zannıyla polise gönderiyorlardı. Ahmet Bey’in tutulmadığını, boyuna “Yaşasın hürriyet!” narasını bastığını gören kâtipler yavaş yavaş onun etrafında toplanmaya başladılar. O coşuyor, deliriyor, bir artezyen gibi şiddetiyle taşıyor, fışkırıyordu.
“Geliniz, vatandaşlar, geliniz! Benim yanıma koşunuz. Hürriyetin kollarına atılınız. Eski idareye lanetler! Lanetler olsun…”
Öyle küfürler savuruyor, öyle dehşetli laflar söylüyordu ki… Yarım saat içinde bütün Babıali yerinden oynadı. Bu zelzele sokağa aksetti. Köprü’yü geçti. Beyoğlu’nu karıştırdı.
Bir saat sonra…
Evlerine kaçan vükelanın daima toplandığı büyük meclis salonundaydı. Etrafında müsteşarlar, müdürler, şura-yı devlet azaları filan toplanmıştı. Ahmet Bey kendini kaybettikçe kaybediyor, kendini bir daha bulamayacak derecelere geliyor, bu ilan ettiği hürriyetin yegâne failinin kendisi olduğunu sanıyordu. Hem… Bunda asla şüphesi yoktu. İşte bütün hükûmetin erkânı rükûya yakın bir vaziyette karşısındaydı. Yirmi dört saat evvel hiç düşünmediği, aklına bile getirmediği hürriyeti şimdi tamamıyla benimsiyor, onun için çalışmış görünüyor, kendine hakiki bir kahraman süsü veriyordu.
Herkes de buna inanıyordu.
Herkes inandıkça onun iddiasında artık hiçbir şüphesi kalmıyor, hakikaten kendisinin bir kahraman olduğuna iman ediyor, bu imanın hayaline ika ettiği fedailerle korkunç bir roman uyduruyordu. Meclis odasının içi dışı dolmuştu. Herkes bir defacık olsun onu uzaktan görmek istiyordu. Halk niçin olduğunu bilmeden avluda toplanıyor, İstanbul’un otuz senedir hiçbir maskaralıkla bozulmamış sükûnu tehlikede kalıyordu. Ahmet Bey’in sesi kısılmıştı.
Meclis odasındakiler, “Ey kahraman-ı hürriyet! İstibdadı nasıl devirdin? Bize anlat!” diye haykırdılar.
Ama Ahmet Bey yalnız “hürriyet”lafını biliyordu. Bunun nasıl istihsal olunduğundan, müstebitin nasıl Kanun-ı Esasi’yi verdiğinden falan hiç malumatı yoktu. Avrupa’da Jön Türkler bulunduğunu biliyordu. Lakin bunlar kimdi? Haberi yoktu. Hatta tek bir Jön Türk’ün ismini bile bilmiyordu. Fakat işte herkes, bu binlerce hükûmet memuru, bu müsteşar, bu müdürler, mümeyyizler, hulefalar, kâtipler ona “Jön Türklerin kimler olduğunu” sormuyorlar; kendisinin, bizzat kendisinin hürriyeti nasıl istihsal ettiğini anlamak istiyorlardı. Hissi, idraki bir saat evvelkinden tamamıyla başka bir mahiyette kendine geliyor, yavaş yavaş düşünmeye, hükmetmeye başlıyordu. Oturduğu koltuktan kalktı. Hemen ona yol açtılar. Açılan yoldan ağır ağır yürüdü. Ağır ağır oradaki masanın üzerine çıktı. Salonun kapısından hâlâ birbirlerini ezerek giriyorlar, sıcağa rağmen, kalabalıktan düşmemek için pencerelerin camlarını indiriyorlardı. Bir elini kalçasına dayadı. Öteki eliyle tek gözlüğünü sımsıkı tutarak bağıra bağıra anlatmaya başladı:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.